tek tanrılı dinlerdeki bir sürü görevi, yaılması gereken şeyleri birçok sebepten beğenemeyen her açmaza düşmüş insan evladı; açmazının karşılığı olabilecek mistik bir halt aradığında budizme mi sarılır acaba? nedir acaba budizmi bu kadar çekici kılan? tibet ve hindistan kaynaklı bir egzotiklik bu seçimde ne kadar etkili oluyor? bütün bu sorulara birer cevap bulmanın bana ne yararı olacak?
zannımca her dinde, entelektüelleri de içeri alabilecek çeşitli mistik benlik bulma paketleri var. tasavvuf dedin mi misal, bu tercihin ideolojik islamla ilgisi kalmıyor. zira olay, benliği, özü, kişiliği bulmaya ya da bu yolda ilerlemeye geliyor ve bu da tabii ki anlayışla karşılanıyor. elbette ki de kendini layıkıyla tanıma yolunda en başarılı, en ünlü ve en mistik karakter de buddha. tamam ama acaba bu adamın yaptıklarını yaparak insan kendi özünü görebilir mi? zira dert buddha’nın özünü görmek değil... elbette kas yapmak gibi değildir kişinin kendini bulması; yani azimle çalışarak, arnold’u örnek alıp, istenilen aşamaya gelmiş olmakla buddha’yı örnek alıp ona benzer bir aşamaya gelmeye çalışmak aynı şey olamaz.
kendisini fazla tanımamakla beraber, buddha’nın varlıklı bir ailenin mensubu olduğunu biliyorum. hatta zannedersem prenslik unvanı falan varmış... gayet hoş bir yaşantı sürüyormuş, geleceği muhteşem görünüyormuş, en azından maddi açıdan. zannedersem cinsel bir problemi de yoktu? kısacası istisnai birkaç karakter haricinde tüm bir insanlığın sadece hayalini kurabileceği bir yaşantısı varmış. ta ki aslında kendi realitesinin dünyanın tek realitesi olmadığını anlayıncaya dek. evet, o zannediyormuş ki dünya eşittir kendi yaşantısı... ama bir bakmış ki ölüm var, hastalıklar, açlıklar, yoksunluklar, zavallılıklar, adaletsizlikler falanlar filanlar var... hatta genel olarak sadece bunlar var! tabii ki kendini bu dünyaya ait hissedememiş ve bir varoluş problemiyle karşılaşmış. hoş böyle olmamış da olabilir ama olmuş diye bildiklerimiz bakalım gerçekten olmuş mu? her neyse; adamımız bunalıma girmiş ve tüm şanını şöhretini, zenginliğini ve dahi pırıltılı yaşamını bir kenara itip, ki işte insanları ilk sarsarak etkileyen olayı budur, saraydan ayrılmış ve kendini dağlara bayırlara atmış. gerçekten de şaşırtıcı bir davranış. ne yazık ki ben bu davranışı hiç de taktire şayan bulmuyorum. bu tabii ki kimseyi bağlamaz...
deniyor ki buddha altı yıl boyunca bir duvara (belki de bir ağaca ya da o sıralarda hindistan’da popüler olan bir eğlence mekanına...) yüzü dönük halde, sadece durmak suretiyle nefsini falan kurutmuş ve nihayetinde kendisini bulma yolunda kocaman adımlar atmış. bu haltı yemesi (ya da hiçbir halt yememesi) de "insanın kendini bulma yolunda tüm istek ve arzularından sıyrılması gerekir" inancını körüklemiş. bu aşamada şu sorulabilir: tamam tüm arzu ve isteklerimden sıyrılıp nefsimi kurutayım ama öncesinde şu buddha’nın şatafatlı yaşantısının ne bileyim en azından beşte birini yaşamam gerekmez mi? daha kısa bir soru da olabilir: herkes prens olarak mı doğuyor? yani nefsi köreltme hadisesinde başarılı olabilmek için buddha’dan birkaç gömlek üstün olmak gerekiyor zannımca...
kendini bulmak, tanımak, evrendeki koordinatımızı net olarak görebilmek için sadece nefsimizi kurutmak da yeterli değil. daha bir sürü olgunluk davranışı da göstermemiz gerekiyor. zira kendimizi bir yere koyabilmekse dert, bu yeri de tam olarak bilebilmeli yani dünyayı da tam olarak görebilmeliyiz. öyle altı yıl kadar duvara dönük oturmakla bitmiyor. altı yıl boyunca karşısına geçtiğin şey, altı yıl sonra da aynı şey olarak kalmamalı; ona hala duvar diyorsa insan, bir sorun var demektir.
duvar ya da ağaç artık bir duvar ya da ağaç değildir; o dünyadır. buddha muhtemelen bir duvara bakmakla bir okyanusa bakmanın aynı şey olduğunu, her ikisinin de dünya olduğunu düşünmüştür. bunu da gayet normal karşılıyorum çünkü altı yıl boyunca bir duvara bakan biri salaklaşır ve bazı şeyleri karıştırmaya başlar. artık o bir çiçeğe de, kendisine çelme takıp düşüren birine de, bir kola şişesine de aynı salak sırıtışla bakacak ve bütün bunları aynı şekilde, ayrımsızcasına sevecektir. çünkü ona göre bütün bunlar kendisinin de içinde olduğu bir bütünün parçasıdır: evrendir. bu arada farkındayım aynı şeyi iki kere yazdım... her neyse; tekrar öğrenmeyi pekiştirir...
özetle söylemek gerekirse bence buddha’nın gerçekten de bir kilo problemi vardı ve aslında daha bir çok problemi vardı. kişinin kendisini bulmaya çalışmasını pek tasvip etmiyorum hatta bunun tehlikeli bile olabileceğini düşünüyorum. çünkü kendisi gibi davranan, neyi, ne için, nasıl yaptığını tam olarak bilen (ya da öyle olunması gerektiğini savunan) insanların çok geveze ve sıkıcı olduklarını tarih bize defalarca göstermiştir. açıklamayı örneklerle bezemek gerekirse hiç de utanmadan birkaç isim sıralayabilirim: buddha, nietzsche, sokrates, ben...
zannımca her dinde, entelektüelleri de içeri alabilecek çeşitli mistik benlik bulma paketleri var. tasavvuf dedin mi misal, bu tercihin ideolojik islamla ilgisi kalmıyor. zira olay, benliği, özü, kişiliği bulmaya ya da bu yolda ilerlemeye geliyor ve bu da tabii ki anlayışla karşılanıyor. elbette ki de kendini layıkıyla tanıma yolunda en başarılı, en ünlü ve en mistik karakter de buddha. tamam ama acaba bu adamın yaptıklarını yaparak insan kendi özünü görebilir mi? zira dert buddha’nın özünü görmek değil... elbette kas yapmak gibi değildir kişinin kendini bulması; yani azimle çalışarak, arnold’u örnek alıp, istenilen aşamaya gelmiş olmakla buddha’yı örnek alıp ona benzer bir aşamaya gelmeye çalışmak aynı şey olamaz.
kendisini fazla tanımamakla beraber, buddha’nın varlıklı bir ailenin mensubu olduğunu biliyorum. hatta zannedersem prenslik unvanı falan varmış... gayet hoş bir yaşantı sürüyormuş, geleceği muhteşem görünüyormuş, en azından maddi açıdan. zannedersem cinsel bir problemi de yoktu? kısacası istisnai birkaç karakter haricinde tüm bir insanlığın sadece hayalini kurabileceği bir yaşantısı varmış. ta ki aslında kendi realitesinin dünyanın tek realitesi olmadığını anlayıncaya dek. evet, o zannediyormuş ki dünya eşittir kendi yaşantısı... ama bir bakmış ki ölüm var, hastalıklar, açlıklar, yoksunluklar, zavallılıklar, adaletsizlikler falanlar filanlar var... hatta genel olarak sadece bunlar var! tabii ki kendini bu dünyaya ait hissedememiş ve bir varoluş problemiyle karşılaşmış. hoş böyle olmamış da olabilir ama olmuş diye bildiklerimiz bakalım gerçekten olmuş mu? her neyse; adamımız bunalıma girmiş ve tüm şanını şöhretini, zenginliğini ve dahi pırıltılı yaşamını bir kenara itip, ki işte insanları ilk sarsarak etkileyen olayı budur, saraydan ayrılmış ve kendini dağlara bayırlara atmış. gerçekten de şaşırtıcı bir davranış. ne yazık ki ben bu davranışı hiç de taktire şayan bulmuyorum. bu tabii ki kimseyi bağlamaz...
deniyor ki buddha altı yıl boyunca bir duvara (belki de bir ağaca ya da o sıralarda hindistan’da popüler olan bir eğlence mekanına...) yüzü dönük halde, sadece durmak suretiyle nefsini falan kurutmuş ve nihayetinde kendisini bulma yolunda kocaman adımlar atmış. bu haltı yemesi (ya da hiçbir halt yememesi) de "insanın kendini bulma yolunda tüm istek ve arzularından sıyrılması gerekir" inancını körüklemiş. bu aşamada şu sorulabilir: tamam tüm arzu ve isteklerimden sıyrılıp nefsimi kurutayım ama öncesinde şu buddha’nın şatafatlı yaşantısının ne bileyim en azından beşte birini yaşamam gerekmez mi? daha kısa bir soru da olabilir: herkes prens olarak mı doğuyor? yani nefsi köreltme hadisesinde başarılı olabilmek için buddha’dan birkaç gömlek üstün olmak gerekiyor zannımca...
kendini bulmak, tanımak, evrendeki koordinatımızı net olarak görebilmek için sadece nefsimizi kurutmak da yeterli değil. daha bir sürü olgunluk davranışı da göstermemiz gerekiyor. zira kendimizi bir yere koyabilmekse dert, bu yeri de tam olarak bilebilmeli yani dünyayı da tam olarak görebilmeliyiz. öyle altı yıl kadar duvara dönük oturmakla bitmiyor. altı yıl boyunca karşısına geçtiğin şey, altı yıl sonra da aynı şey olarak kalmamalı; ona hala duvar diyorsa insan, bir sorun var demektir.
duvar ya da ağaç artık bir duvar ya da ağaç değildir; o dünyadır. buddha muhtemelen bir duvara bakmakla bir okyanusa bakmanın aynı şey olduğunu, her ikisinin de dünya olduğunu düşünmüştür. bunu da gayet normal karşılıyorum çünkü altı yıl boyunca bir duvara bakan biri salaklaşır ve bazı şeyleri karıştırmaya başlar. artık o bir çiçeğe de, kendisine çelme takıp düşüren birine de, bir kola şişesine de aynı salak sırıtışla bakacak ve bütün bunları aynı şekilde, ayrımsızcasına sevecektir. çünkü ona göre bütün bunlar kendisinin de içinde olduğu bir bütünün parçasıdır: evrendir. bu arada farkındayım aynı şeyi iki kere yazdım... her neyse; tekrar öğrenmeyi pekiştirir...
özetle söylemek gerekirse bence buddha’nın gerçekten de bir kilo problemi vardı ve aslında daha bir çok problemi vardı. kişinin kendisini bulmaya çalışmasını pek tasvip etmiyorum hatta bunun tehlikeli bile olabileceğini düşünüyorum. çünkü kendisi gibi davranan, neyi, ne için, nasıl yaptığını tam olarak bilen (ya da öyle olunması gerektiğini savunan) insanların çok geveze ve sıkıcı olduklarını tarih bize defalarca göstermiştir. açıklamayı örneklerle bezemek gerekirse hiç de utanmadan birkaç isim sıralayabilirim: buddha, nietzsche, sokrates, ben...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder