kapısından girdiğimde bana buranın Paris oldğunu söylediler. sadece paris’li kadınların boyunlarına attıkları alfabetik şeritlere bakılırsa doğru söylüyorlardı. güneş batmadan kalacak yer sorunumu halletmeliydim. karanlıktan korkulması gereken bir çağda yaşıyorduk ve ben korkuyordum... sepetine, döktüğü elmaları koyarken bir yandan da söylenen kadının yanına yaklaştım. hangi yıldı tam hatırlayamıyorum ama bir gün boyunca beni aramasını beklemiş, beklerken de sigara üstüne sigara içmekten boğazımı tahriş etmiştim. şimdi ona bunları hatırlatmanın bir yararı yoktu.
“bana buranın Paris olduğunu söylediler?”
“iyi demişler! çok iyi demişler! tebrik ederim onları!”
“kalacak bir yere ihtiyacım var...”
“ne yaparsın?”
“ne mi yaparım? nasıl yani? bulaşık falan...”
“başıma bir de bulaşık derdi falan çıkarma! yani nasıl kalcaksın? öyle bir köşede kös kös oturacak mısın? gecenin bir vakti yataktan, tuvalete kusmaya mı kalkacaksın? ayakların kokar mı; çayı kaç şekerli seversin?”
“ben... ben bilmiyorum... uyumlu olduğumu söylerler. bildiğim kadarıyla ayaklarım kokmaz; çayı, kaç şeker varsa ona göre içerim... ee.. bazen konuşkan, hoş sohbet biri olduğumu söylerler...”
“ben başkalarının hem de tanımadıklarımın senin hakkında dedikodu niteliğini geçmeyen değerlendirmelerine bakıp da mı seni anlayacağım? ben buyum, şuyum diyemiyor musun?”
“o elmaları satıyor musunuz?”
“bu elmalar konumuzun dışındalar ve satılık değiller...”
“o halde teşekkürler güzel bayan... elmalarınız ve o güzel gözleriniz size esenlikler getirir umarım. size hiçbir zaman kızmadım, şimdi de kızmayacağım... ama size şunu da söylemeliyim, siz beni hiçbir zaman tanıyamadınız, şimdi de tanıyamıyorsunuz... her neyse, saygılarımı sunarım hanımefendi...”
bunları neden söylediğimi bilmiyordum ama kendimi tutamamıştım. yavaştan karanlık bastırıyordu ve ben korkmaya devam ediyordum. dönüp baktım, düşürdüğü elmalarını topluyordu. ona gülümsediysem de onun beni görecek hali yoktu.
kalacak yer bulamayacağımı anlayınca kendimi trene attım. bileti kondüktörden alacaktım çünkü nereye gideceğim konusunda tam bir zorunluluk hakim olsun istiyordum.
başımı geriye atıp gözlerimi kapadığımda, bir daha asla yazıyı bitirmeden başlık atmama kararı aldım.
“bana buranın Paris olduğunu söylediler?”
“iyi demişler! çok iyi demişler! tebrik ederim onları!”
“kalacak bir yere ihtiyacım var...”
“ne yaparsın?”
“ne mi yaparım? nasıl yani? bulaşık falan...”
“başıma bir de bulaşık derdi falan çıkarma! yani nasıl kalcaksın? öyle bir köşede kös kös oturacak mısın? gecenin bir vakti yataktan, tuvalete kusmaya mı kalkacaksın? ayakların kokar mı; çayı kaç şekerli seversin?”
“ben... ben bilmiyorum... uyumlu olduğumu söylerler. bildiğim kadarıyla ayaklarım kokmaz; çayı, kaç şeker varsa ona göre içerim... ee.. bazen konuşkan, hoş sohbet biri olduğumu söylerler...”
“ben başkalarının hem de tanımadıklarımın senin hakkında dedikodu niteliğini geçmeyen değerlendirmelerine bakıp da mı seni anlayacağım? ben buyum, şuyum diyemiyor musun?”
“o elmaları satıyor musunuz?”
“bu elmalar konumuzun dışındalar ve satılık değiller...”
“o halde teşekkürler güzel bayan... elmalarınız ve o güzel gözleriniz size esenlikler getirir umarım. size hiçbir zaman kızmadım, şimdi de kızmayacağım... ama size şunu da söylemeliyim, siz beni hiçbir zaman tanıyamadınız, şimdi de tanıyamıyorsunuz... her neyse, saygılarımı sunarım hanımefendi...”
bunları neden söylediğimi bilmiyordum ama kendimi tutamamıştım. yavaştan karanlık bastırıyordu ve ben korkmaya devam ediyordum. dönüp baktım, düşürdüğü elmalarını topluyordu. ona gülümsediysem de onun beni görecek hali yoktu.
kalacak yer bulamayacağımı anlayınca kendimi trene attım. bileti kondüktörden alacaktım çünkü nereye gideceğim konusunda tam bir zorunluluk hakim olsun istiyordum.
başımı geriye atıp gözlerimi kapadığımda, bir daha asla yazıyı bitirmeden başlık atmama kararı aldım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder