douglas adams, otostopçunun galaksi rehberi'nin yazarı. beş kitaptan oluşan, aslında radyo için yazılmış bir dizi bu. bbc tarafından bir kısmı dizi film haline getirildi (sadece 6 bölüm sanırım, tüm öykünün az bir kısmı) hatta son dönemde rezil bir film projesi bile gezegenimizde yer etti (aslında izlemedim filmi; arçelik robotundan bozma gibi duran bir marvin* (paranoid android) beni filmden fena halde soğuttu.)
otostopçunun galaksi rehberi'ni bir "bilim-kurgu" olarak okumadım. zaten bilim-kurgu ile aram pek iyi değildir. peki bir aşk romanı olarak mı okudum? hayır da, aklımda kalanlar, bilim-kurgu dekorunda muhteşem bir mizah oldu. sıradan ilerleyişindeki günlük insan dertlerinden tanrı-var oluş-insanlık vs gibi "ulvi" konulara kadar her şey hakkında ( hayat evren ve herşey) sarsıcı fikirleri, hiç acıtmayan muhteşem bir ironi duygusuyla anlatmak galiba douglas adams'ın yeteneği.
douglas adams kendisini "radikal bir ateist" olarak tanımlıyor:
beş kitaplık bir serinin daha ilk kitabında hatta 42. sayfaya kadar (bendeki sarmal-1996 baskısından hoş bir tesadüf) dünya gezegenini yok etmeyi başarmış bir yazardır douglas adams; demek ki bu gezegenle, bu gezegenin patronluğuna soyunmuş insanlarıyla ve bu insanların kavramlarıyla sorunları var...
eh, hiç zorlamadan, sündürmeden, sadece şiddetli ve sıradışı bir mizah gücüyle hikayeler anlatımış sadece; hayat evren ve herşey hakkında...
douglas adams, yukardaki öyküyü, otostopçunun galaksi rehberi'nin dördüncü kitabında, arthur dent'in ağzından bir kere daha anlatmış. (hoşçakal balık için teşekkürler, sayfa 119, sarmal yayınları, ağustos 1996)
uzun süre otostopçu'nun bir film olması için çabalamış olduğu, kuşkucu somon kitabında kendi ağzından anlatılıyor. walt disney'den david vogel'e (kimse artık) film projesinin hayata geçirilmesi adına yazdığı mektup, onun iletişim sorunlarına ironik yaklaşımının gerçek hayattan bir örneği. mektubu, "ekte bana ulaşabileceğin bir dizi telefon numarası gönderiyorum. bana ulaşamamayı başarırsan, bunu yapmamaya çalıştığını, üstelik buna çok çok gayret ettiğini anlayacağım" diye bitirmiş; alışveriş yaptığı marketten kızının dadısına, kapı komşusundan bulunabileceği lokantalara kadar otuzun üzerinde telefon numarası eklemiş...
douglas adams, 11 mayıs 2001 yılında öldü.
otostopçunun galaksi rehberi'ni bir "bilim-kurgu" olarak okumadım. zaten bilim-kurgu ile aram pek iyi değildir. peki bir aşk romanı olarak mı okudum? hayır da, aklımda kalanlar, bilim-kurgu dekorunda muhteşem bir mizah oldu. sıradan ilerleyişindeki günlük insan dertlerinden tanrı-var oluş-insanlık vs gibi "ulvi" konulara kadar her şey hakkında ( hayat evren ve herşey) sarsıcı fikirleri, hiç acıtmayan muhteşem bir ironi duygusuyla anlatmak galiba douglas adams'ın yeteneği.
"makinalarınızı toplama-çıkarma yapmak için kullanın" diye uyardı majikthise, "biz de evrensel gerçeklikle uğraşalım ve size müteşekkir olalım. (...) en üstün gerçek yasası'na göre bu, çalışan düşünürlerimizin devrolunamaz hakkıdır. allahın cezası bir makina gidip de, en üstün gerçeği bulursa anında işten atılırız değil mi? yani gece yarılarına kadar oturup tanrı'nın (var) olup olmadığını tartışmak neye yarar; bu makina gidip de ertesi sabah size onun kahrolası telefon numarasını verirse?"
"doğru!" diye bağırdı vroomfondel, "kesin çizgilerle belirlenmiş şüphe ve belirsizlik alanları talep ediyoruz!" (her otostopçunun galaksi rehberi - sayfa 177, sarmal yayınları mayıs 1996)
douglas adams kendisini "radikal bir ateist" olarak tanımlıyor:
"bir tanrı olduğuna gerçekten inanmıyorum - hatta bir tanrının olmadığına ikna oldum. onun var olduğuna dair etrafta en ufak bir kanıt bile görmüyorum.(...) başka bir takım insanlar nasıl olup da bildiğimi iddia edebildiğimi soruyorlar. bir tanrı(nın var) olmadığı inancı, tıpkı bir tanrı(nın var) olduğu inancı kadar mantıksız, kibirli vs bir yaklaşım değil mi? diyorlar. buna yanıtım birçok nedenden ötürü h a y ı r olacaktır.birincisi bir tanrı olmadığına inanmıyorum. bunun inanıp inanmamakla ne alakası var anlamıyorum. dört yaşındaki kızım yeri kirletenin kendisi olmadığını söylediğinde buna inanırım ya da inanmam. ben adalete ve dürüst oyuna inanırım. ayrıca ingiltere'nin avrupa para birliği'ne üye olması gerektiğine de inanıyorum. işin uzmanı olan biriyle etkin bir şeklilde tartışabilmek için uzaktan yakından ekonomist sayılmam ama bildiğim az bir şey, güçlü bir önseziyle de birleşerek bana kuvvetle bunun doğru seçenek olduğunu söylüyor. kolayca yanılıyor olabilirim ve bunu biliyorum. bu saydıklarım bana inanmak sözcüğünün meşru kullanımları gibi geliyor. bununla birlikte, mantıksız kavramları, mantıklı sorulara karşı koruyan, dış kabuk görevi yapan bu sözcüğün sorumluluğunu yüklenmek durumunda olduğu pek çok fesatlık olduğunu düşünüyorum. işte bu yüzden tanrı(nın var) olmadığına inanmıyorum ama tanrı(nın var) olmadığına ikna oldum (...) (kuşkucu somon - sayfa 185-187, kabalcı yayınları ocak 2005)
"bu akıl yürütmenin aslı şöyledir: 'var olduğumu kanıtlamayı reddediyorum' der tanrı, 'çünkü kanıt inancı reddeder ve inanç olmadan ben hiç bir şeyim!'
"ama, der insan, 'babil balığı bir çıkmaz değil mi? rastlantı sonucu evrimleşmiş olamaz? senin varlığının bir kanıtıdır; öyleyse kendi söylemine göre yoksun QED ' (quad erat demonstradum: işte söylediğimin kanıtı)
"vay canına' der tanrı, 'bunu düşünmemiştim işte!' ve ani bir mantık köpüğü patlamasıyla yok olur ortalıktan.
"hah, bu daha bir şey değil,' der insan ve tekrar tekrar siyahın beyaz olduğunu kanıtlamaya girişip, bir zebra çizgisinde hayata veda eder" (her otostopçunun galaksi rehberi - sayfa: 65, sarmal yayınları, mayıs 1996)
beş kitaplık bir serinin daha ilk kitabında hatta 42. sayfaya kadar (bendeki sarmal-1996 baskısından hoş bir tesadüf) dünya gezegenini yok etmeyi başarmış bir yazardır douglas adams; demek ki bu gezegenle, bu gezegenin patronluğuna soyunmuş insanlarıyla ve bu insanların kavramlarıyla sorunları var...
eh, hiç zorlamadan, sündürmeden, sadece şiddetli ve sıradışı bir mizah gücüyle hikayeler anlatımış sadece; hayat evren ve herşey hakkında...
anlatacaklarım gerçek bir insanın başlına gelmiş gerçek bir olaydır ve söz konusu insan da benim. bir trene yetişmeye çalışıyordum. olay, 1976’nın nisan ayında, ingiltere, cambridge’de meydana geldi. gara erken gelmiştim ve trenin kalkmasına daha zaman vardı. kendime, bulmacasını çözmek için bir gazete, bir fincan kahve ve biraz kurabiye almaya gittim. sonra bir masaya oturdum. sahneyi gözünüzün önüne getirmenizi istiyorum. bunu kafanızda net bir şekilde canlandırmanız çok önemli. masa, gazete, bir fincan kahve ve bir paket kurabiye. karşımdaysa, takım elbiseli, çantalı, son derece normal görünüşlü bir adam oturuyordu. tuhaf bir şey yapacak gibi görünmüyordu. bununla birlikte şöyle yaptı: ansızın öne doğru eğildi, kurabiye paketini aldı, yırtarak açtı, içinden bir tane aldı ve yedi.
şimdi, bunun, ingilizlerin hiç de kolayca başa çıkabilecekleri bir durum olmadığını söylemeliyim. bizim geçmişimizde, yetişme tarzımızda ya da eğitimimizde, güpegündüz kurabiyelerinizi çalan biriyle nasıl baş edebileceğinizi gösteren hiçbir şey yok. burası güney los angeles olsaydı, ne yapacağınızı bilirdiniz. hemen silahlar çıkar, helikopterler gelmeye başlardı, cnn falan, bilirsiniz işte… neyse, ben sonunda her sıcakkanlı ingilizin yapacağı şeyi yaptım: görmezden geldim. gazeteme bakmaya devam ettim, bir yudum kahve içtim, bulmacanın bir satırını çözmeye çalıştım, ama hiçbir şey yapmadım ve düşündüm, şimdi ne yapacaktım?
sonunda düşündüm ki, bunun için hiçbir şey yapmayacaktım, sadece harekete geçmeliydim; sonra kendimi zorladım ve paketin gizemli bir şekilde daha önceden açılmış olduğunu fark etmemiş gibi yaptım. içinden bir kurabiye çıkardım. bu onu kendine getirir diye düşündüm. ama hayır getirmedi çünkü bir iki dakika sonra yine aynı şeyi yaptı. bir kurabiye daha aldı. ilk seferinde konu etmemiş olmak, ikinci sefer konuyu açmayı daha da zorlaştırıyordu. “afedersiniz; elimde olmadan dikkatimi çekti de…” yani, olmuyor.
böylece bütün paketi bitirdik. bütün paket dediysem, zaten sadece sekiz kurabiye vardı, ama bana sanki bir ömür sürmüş gibi geldi. o bir tane aldı, ben bir tane, o bir tane aldı ben bir tane… nihayet bittiğinde ayağa kalktı ve yürüyüp gitti. yani, aslında hemen öncesinde anlamlı anlamlı bakıştık ve sonra gitti. derin bir nefes alıp rahatladım. arkama yaslanıp oturdum.
bir iki dakika sonra tren yaklaştığında, kahvemin kalan kısmını yudumladım, gazetemi aldım ve altından kurabiyelerim çıktı. bu hikayede özellikle hoşuma giden şey şu: son çeyrek yüzyıldır, son derece sıradan bir adamın, ingiltere’de bir yerlerde, tamı tamına aynı hikayeyle ortalarda dolaşıyor olduğunu bilmemin verdiği duygu. aramızdaki tek fark, onun hikayenin son ve en önemli bölümünü bilmiyor olması.
(kuşkucu somon - sayfa 264, kabalcı yayınları,ocak 2005)
douglas adams, yukardaki öyküyü, otostopçunun galaksi rehberi'nin dördüncü kitabında, arthur dent'in ağzından bir kere daha anlatmış. (hoşçakal balık için teşekkürler, sayfa 119, sarmal yayınları, ağustos 1996)
uzun süre otostopçu'nun bir film olması için çabalamış olduğu, kuşkucu somon kitabında kendi ağzından anlatılıyor. walt disney'den david vogel'e (kimse artık) film projesinin hayata geçirilmesi adına yazdığı mektup, onun iletişim sorunlarına ironik yaklaşımının gerçek hayattan bir örneği. mektubu, "ekte bana ulaşabileceğin bir dizi telefon numarası gönderiyorum. bana ulaşamamayı başarırsan, bunu yapmamaya çalıştığını, üstelik buna çok çok gayret ettiğini anlayacağım" diye bitirmiş; alışveriş yaptığı marketten kızının dadısına, kapı komşusundan bulunabileceği lokantalara kadar otuzun üzerinde telefon numarası eklemiş...
douglas adams, 11 mayıs 2001 yılında öldü.
(...) ve ben biliyorum, çünkü ben bir ölüyüm ve böyle olmak insana mükemmel ve hiç bir şeyle engellenmemiş bir perspektif sağlıyor. bizim buralarda "yaşam, yaşayanların elinde ziyan oluyor" diye bir söz var" (evrenin sonundaki restoran - sayfa:35, sarmal yayınları)
içinde douglas adams geçen herhangi bir yazının az önce dinlemekte olduğum müzikle ne kadar zıt olduğunu düşünürken yazının sonuna geldim. douglas adams, 11 mayıs 2001 yılında öldü.
YanıtlaSilağzımın üzerinde bi damla var şu anda.
a silver mt zion - for wanda
hızlıca, bir merhaba demek için geldim, gelirken, bu akşam izlemeyi planladığım ghost in the shell'i sevdiğinizi öğrendim. burada da daha sonra okuyabileceğim douglas adams yazısı var. yaşasın! ancak aşağıdaki nietzsche'nin komik kahve yazısını da okumuş bulundum. şimdi for wanda'yı dinlerken hoşçakalın, demeye gelmiş bile sıra. yine gelirim.
YanıtlaSilhoşçakalın.