31 Ocak 2008

jacob's ladder

jacob's ladder'ın türkçe ismine (dehşetin nefesi) ve dvd kapağına bakıp "hah! işte bir korku filmi" diye düşünmek haksızlık ya da yanlışlık olur bu filme karşı. isim değiştirmek konusunda biraz da mecbur kalınmış olabilir çünkü "yakub'un merdiveni", hz.yakub'un rüyasında gördüğü, dünya ile cennet arasındaki merdiven anlamına geliyor. yani bire bir çevirseler ticari açıdan pek tutmayacak bir isim. yani bizim toplumumuzda... ben de dvd'deki belgeseli izlerken "haaaa...öyle mi" dedim doğrusu...
aslında kutsal kitaplarda geçiyordur bu öykü ama tam referans verebilecek bilgiye sahip değilim. sanırım mason inancında da yeri var.. bu mitolojik bonservise sahip isim, film için oldukça önemli, özellikle final sahnesi düşünülürse...
elbette önemli, yoksa yönetmen filmin ismini dehşetin nefesi falan koyardı değil mi?
her neyse, 1990 tarihli bu garip ve oldukça etkileyici filmin dvd'si sonunda yayınlandı güzel ülkemizde. silinmiş üç sahne ve yönetmen-senarist açıklamalı bir küçük yapım belgeseli içeren bu dvd'yi elbette epey tatmin edici buldum. yani big lebowski gibi bir filmi dandik mi dandik bir halde piyasaya sürmüşlerken, bunu beğenmemek olmazdı.
yıllar önce show tv'de yayınladığında izlemiş ve vhs kasete kaydetmiştim. defalarca izledim ve beni gerçekten oldukça etkilemiştir. bazı açılardan aslında gereğinden fazla söz söylüyor diye düşünürüm. şu deney-kimyasal muhabbeti olmasa keşke; çok daha sarsıcı bir film olacakmış... çünkü zaten hali hazırda çok önemli, çok çarpıcı bir bakış açısına sahip; politik-anti-militarist ıvır zıvırları da arada halletme derdine girmeseydi keşke. tamam, onlar hakkında da söyleyecek bir çift lafın olabilir ama işte, tıpkı çok fonksiyonlu eşyalar gibi: aynı zamanda saç kurutma makinesi de olan bir radyoya sahipsen, ya radyo özelliği ya saç kurutma özelliği ya da ikisi birden aslında tam gerektiği gibi performans vermez... bu tür nanelerin tek istisnası isviçre çakısıdır ve onlar da olabildiğince uygun şeyleri bir araya getirirler.
oldukça rahatsız edici sahneler var bu filmde. tim robbins'in masum, efendi, gayet normal bir adam görünümü ve yeteneği ile film çok şey kazanmış. (aferim bana, çok güzel dedim)
buz dolu küvet ve masaj (ya da fizik tedavi?) sahnelerini çok severim. tim robbins'in (jacob singer'ın), el falına bakan falcı kadına yaptığı espiri de her zaman hoşuma gitmiştir. galiba falcı kadının gülmesi, gülüş şekli yüzünden.
en az iki kere izlenmesi gerektiğini düşündüğüm bu filmle alakalı olarak, yönetmen, filmin ölümcül hastalıklara kapılmış insanlara, telkin amaçlı izletmek için kullanıldığını ve bu durumun kendisini çok gururlandırdığını söylüyor...


devamını göster

ralph myerz & the jack harren band - think twice

öylesine..

devamını göster

27 Ocak 2008

rastlantısal kavramsal bulutlanma

aslında bir köpek delisi ya da hayvan hakları savaşçısı falan değilim; bizim goldie yetiyor bana, onunla ilgilenmek yani. dün "cennetin krallığı"nı, bu gün de "içimdeki deniz" i izledim; ikisini de izlemeyi uzun zamandır erteliyordum. "cennetin krallığı" genel olarak din ve insanların ihtiyaçlarına göre şekil verdikleri tanrı inancı hakkında oldukça etkili sözler söyleyen bir yapımmış. içimdeki deniz ise sadece canımı sıktı; elbette test etme şansımın (şanssızlığımın) olmasını istemem ama ötanazi konusunda "evet bu bir seçenektir ve saygı duyulmalıdır" diye düşünemiyorum.

şu kafasını sıkıştıran köpekten sonra (resme tıkladığın takdirde) okuyabileceğin haber sanki kavramsal bir bulutun parçası gibi... ben oldukça eminim, kafamda soru işareti falan yok, aksine kızgınlık ve hayal kırıklığı hakim; yani şu insanlar, dinler, inançlar vs konularında. aslına bakarsan açık yüreklilikle yazmak isterdim düşüncelerimi ama kime ne yararı olacak onu da geçtim sanki bir yararı var mı?
çok aptalca gelmiyor mu sana şu cümleler: "her ikisi de karbon kökenli organik varlık olmasına rağmen biri diğerini şaşkınlıkla izliyor; sadece kendisine "verilen" duyguları ya da davranışları, diğerinde de gözlediğinde buna inanamıyor. sadık köpek, çalışkan arı, hain kurt, nankör kedi... oysa, bildiği her şeyi kendi uydurdu, tıpkı bu cümleler gibi..."
çok aptalca, hiç bir yararı yok bunun. şiirsel zırva...
cevabını bildiğin/bilmediğin sorularla dolu bir bulut:
"bu gezegen insanın oyun sahası mıdır?"
"neden üç dört dini inanç sistemi var?"
"neden saldırganız?"
"ölüm nedir?"
"aşk kimdir?"
"neden huzuru yerinde, cinsel aktiviteleri sağlıklı, mutlu günler geçirenler, genellikle çok az soru soruyorlar, ortaya çok az sorun çıkarıyorlar?"
"neden salak sepet sorular sorup durmakla ömrümüz geçiyor?"

devamını göster

25 Ocak 2008

köpek : garip

köpek (ismi: garip) başını plastik bir naneye sokmuş çıkaramıyormuş. tamam, bu her mahallenin-köyün köpeğinin- kedisinin başına gelebilecek bir şey. peki ben bu köpeği nerden biliyorum; milliyet gazetesinin son dakika haberlerinden... köpeği görenler bir süre gülüp, haha, salağa bak ne komik, dedikten sonra gerçekten de hayvanı o salak durumdan kurtarmak için çabalamışlardır diye düşünüyorum. habere göre çabalamışlar, bir kaç gün boyunca hem de!
ne yazık ki başarılı olamamışlar. köpek kaçıp gidiyormuş; hem de bir buçuk yıldır baktıkları besledikleri köpek.

MUĞLA'nın Fethiye İlçesi Kemer Beldesi'ne bağlı Kıncılar Köyü'nde köylülerin beslediği Garip adlı köpek, başını plastik kavanoza sıkıştırdı. Günlerdir başındaki kavanozdan kurtulamayan Garip, yardım etmek isteyenleri de yanına yanaştırmıyor. Garip'i kurtarmak için seferber olan ancak başarılı olamayan köylü, profesyonel yardım istiyor.

Kıncılar Köyü sakinlerinin yaklaşık 1.5 yıldır beslediği sokak köpeği Garip, birkaç gün önce başını plastik bir kavanoza sıkıştırdı. Köylülerin kavanozun dibindeki yiyeceğe ulaşmaya çalışırken başını sıkıştırdığını düşündükleri Garip, kavanozu çıkarmak için yanaşmaya çalışan herkesten kaçmaya başladı. Hayvanı yakalayıp kurtarmaya çalışan köylüler başarısız oldu. Köy Muhtarı Nazif Darıyemez ile köylülerden Mustafa Sert, insan görünce ormanlık alana kaçan Garip'i yakalamak için günlerdir uğraştıklarını söyledi. Köpeğin açlıktan zayıfladığını söyleyen köylülerden Meryem Bakırcı, “Biraz daha böyle kalırsa ölecek. Yetkililerden yardım istiyoruz''dedi. Hayriye Demirkıran ise, “Köpeği yakalamak için çok uğraştılar ama hep kaçıyor. Onun bu hali bizi çok üzüyor''diye konuştu.

geçen süre içinde biri "lan gazetecileri arayalım, köyümüzden haber olur" diye düşünüyor olsa gerek ki, olay ulusal bir gazetede yer alıyor. muhtemelen fotoğrafı ordaki vatandaşlar çekmiştir; gazete köye fotoğrafçı göndermemiştir? göndermişse, işte o fotoğrafçının yerinde olmak istemezdim doğrusu.
hani ünlü bir fotoğraf vardır, mahvolmuş afrikalı bir çocuk ile sersem bir akbaba... fotoğrafı çeken gazeteci ödül falan almış ama çocuğu o durumda bırakıp gitmiş olmasının ardından ortaya çıkan pişmanlık duygusu (mu artık, ben ne hayvan oğlu hayvanım dürtüsü mü, her neyse) o kadar ağır basmış ki, intihar etmek suretiyle kendini cezalandırmış.
bizim ülkemizden çıkan dram(!) kalitesi de bu işte.
aslında bir dram varsa, köpeğin salaklığı değil galiba?

devamını göster

22 Ocak 2008

günler tepelerden aşağı

  • bir gün birilerini işe alacak olsam, yetmiş soruluk formda şu soru da olurdu: "şunu doğru olarak bir defada yazınız: kırk küp kırkının da kulpu kırık küp"
    yok derdim bağlaç olan "da" ayrı mı değil mi değil...
  • marsta insana benzeyen şaşırtıcı cisim tespit edilmiş. gezegenimizde uzay araçları, başka gezegenlerde insan gözlüyor olmak daha şaşırtıcı sanki? tanımlanamayan yürüyen obje? haberi görünce, belki fotoğrafın "çöl" etkisi yüzünden, canı sıkılmış bezmiş birinin taa mars'a kaçıp gittiğini düşündüm.
  • iki kişi gayet iyi sosyal sınır olarak, üç ve sonrasıyla beraber anormallikler başlıyor. bu düşünce pek hayırlara vesile değil elbette. yine de, şöyle ki, ben deliyim diyelim, bana sen delisin diyen bir kişi olsa bu pek önemli değil; ben de kalkıp, "hayır asıl deli sensin" gibi bir şey söyleyebilirim. ama "biz karar verdik sen delisin" dediklerinde, "yok, asıl siz delisiniz" pek tatmin edici değil; elbette inanması gereken insan sayısı bakımından...
  • böyle kısa kısa yazmak güzel, arada saçmalayınca arada saçmalamış oluyorsun en fazla.
  • günün anlamlı-anlamsız olayları (şu oldu, bu oldu, bu gün 23 nisan, falan filan) hakkında, özellikle yoruma çok açık konularda yazmaya pek cesaret edemiyorum. çünkü bu tür konularda eğer basmakalıp olunmayacaksa, yani en basitinden bir üçgen ortaya koyulacaksa ( iki noktayı birleştirirsen bir doğru elde edersin, üç nokta ile bir düzlem) bunun ardında başarıyla durmak gerekiyor. ben şimdi mevcut bazı yasakların ne salakça olduğunu ifade etsem, dingilin biri de gelip dan dun salak sepet laflar etse, onun yorumunu yayınlamak da yayınlamamak da beni gerer, sıkıntıya sokar. yayınlasam güzelim üçgen yamuk olmaya başlayacak (altıgen prizma neyse) yayınlamasam iç huzurum bozulacak... (bununla beraber, bir düzlem ortaya çıkması çok güzel bir şeydir elbette, ama bir üçgenle kıyaslandığında, örneğin bir ondörtgen çok daha karışık ve zor anlaşılır haldedir) oysa konuşacağın, dinleyeceğin insanları seçersin günlük yaşamda. ben de genellikle takip ettiğim (ya da rastladığım) bloglarda döküyorum kurtlarımı. böylece o seçme, katlanma, yanlış anlaşılma dertlerinden nispeten uzak duruyorum. (çünkü bu saydıklarımın altında yatan, başka görüşlere açık olabilme işi nereden baksan süper bir meziyettir; ve herkeste bulunmaz elbette. ben bu konuda biraz sıcak kanlıyım; sanırım her dediğimin doğru olduğunu düşünüyorum?) diyelim ki ben, "2008 yılındayız ama hala ülkemizde elektrik kesintileri oluyor" gibi bir konuda bıtbıt'layan ama bu konuda hiç yazmayan biriyim. eğer bu konuda yazmış birini görürsem, ve kayda değer aklı selim bir zihinden çıkma olduğu izlenimine kapılırsam, işte fırsat diye atlıyorum ve örneğin, "ilk elektrik kesintisinde herkes sokağa fırlamalı, dükkanlar yağmalanmalı, arabalar yakılmalı ki yönetim bir daha kesinti riskine girmeye cesaret edemesin" gibi, süper fikrimi yazıveriyorum. belki de "dingilin biri, dan-dun, salak sepet bir laf etmiş" gibi anlaşılıyorum? ama nerden baksan, yorumlanma olanağı sunulmuş bir yazıya yorum yapmış oluyorum sadece? ilgilendiğim-görüşünü paylaştığım bir konu hakkında yazılanları (elbette paylaştığım düşüncelerden dolayı) google reader paylaşım ile, link vererek işaretlemek bana yorum yapma haricinde güzel bir diğer seçenek gibi görünüyor.
  • "taslak olarak kaydet" yerine "yazıyı yayınla" düğmesine bastım; iyi yaptım, şimdi binlerce insan yukardakilerinin bir kısmıyla yetinmek zorunda kalıyor(!) şimdi dediğim, şimdiki şimdi, senin şimdiki şimdin değil elbette. (ileride iğrenç bir "ihtiyar" olacağımın belirtileri)
  • geri dönüşüm kutusunu, boşken boş sigara paketi, doluyken dolu sigara paketi gibi gösteren ikonlar buldum. şöyle ki:

devamını göster

20 Ocak 2008

ıslak çanta ne oldu?

bana dediler ki, herkese her şey anlatılmaz.. düşleri anlatmanın tehlikeli olabileceğini duymuştum bir yerlerden... ne var ki aklım ayaklarımı, ayaklarım merak duygumu bir güzel giydirdi ve dışarı çıkarttı.. dev binaların arasından üzerinde erkek-1974 yazanını buldum ve içeri gidim. bu tür binaların girişi ne kadar etkileyici ya da ciddi olursa olsun danışmada duran adamlar hep aynı karakterde olur. bunlar bu binanın önünden geçerken kapıya asılmış “eleman aranıyor” yazısını görüp içeri dalarlar. yetkili kişi, danışma masasında acilen birinin durması gerektiğine koşullanmış olduğundan hemen işlemleri yapar ve şaşkın bakışlı bir adam masanın başına oturuverir.. bir masanın sorumlusu olmanın bilincini kazanır kazanmaz da kendine anlamsız bir güven geliverir. belki aylar ya da yıllar sonra karşısına benim çıkmamı bekler sabırla..
karşısındayım... bana gülümsemiyor bile. hemen yanında bir televizyon açık, aklı orada belli ki...
“ben düşler bölümünden, hayrettin beyle görüşmek istiyorum...”
“hangi hayrettin bey?”
“düşler bölümünde çalışan...”
“randevunuz var mıydı? bekliyor mu sizi?”
“hayır sürpriz yapacağım kendisine!”
“yakını mısınız? doğum günü falan mı?”
“bilemiyorum, yakını falan değilim sadece görüşmem lazım kendisiyle...”
“üçüncü kat on sekiz numara... alın bunu takın yakanıza...”
üç altı on sekiz... pekala.

düşler bölümü ismi kulağa hiç hoş gelmiyor. en azından benim kulağıma... üçüncü kata çıktım ama orada da bir masa ve bir anlamadımbidahaanlatsana vardı.
“beni buraya gönderdiler...”
“pekala buyurun şuradaki koltuğa oturun.”
“teşekkür ederim...”
inanılmaz derecede kısa sürdü anlaşmamız sanki? bu adamın buralarda harcandığını düşünüyorum... bulmaca çözdüğüne de bakılırsa oldukça entelektüel biri olmalı... başım ağrıyor ve sigara içmek istiyorum...
“sigara içebilir miyim?”
“bilemem...” başını kaldırmadı bile...
“siz yetkili kişi değil misiniz?”
“elbette bir sürü yetkim var.. ancak yetkilerimi bana verilen emirlerin sınırlarına sokarak kullanırım...”
“burada sigara içmek yasak mı?”
“hayır değil. bakın yerler izmarit dolu ve bakın şurada bir çöp kutusu var. ama kimseye anlatamıyorum. bütün o izmaritleri teker teker kim toplayacak biliyor musunuz?”
“siz?”
“tabii ki hayır! ben temizlik görevlisi değilim ki!”
gerçek bir entelektüel... sağlam ve can sıkıcı bir mantık yapısı oluşturmuş...
biri daha geliyor... kim bilir onun derdi ne? hiç başı ağrımıyormuş gibi yürüyor. ama onun da başka bir yeri ağrıyordur. herkesin bir yerleri ağrıyor. her şeyin, her yerin mutlaka bir yeri ağrır..
“buraya girmem gerekiyor.”
ne güzel dedi... ben öyle olamıyorum işte.. kısa ve net...
“buyrun girin.”
ee? onun girmesi, benim burada oturuyor olmam mı gerekiyor? ben daha önce geldim, girmek benim hakkım!
“ben daha önce geldim ama?”
“efendim?”
herif girdi bile...
“beni neden bekletiyorsunuz?”
bekletmek: soldan sağa, yukardan aşağıya, öyle böyle...
“sizi bekletiyor muyum?”
“evet, bekletiyorsunuz! o adam hemen giriverdi; benden sonra geldiği halde!”
“ama siz girmek istediğinizi söylemediniz ki?”
“söylemek mi? peki benim derdim ne olabilir sizce?”
“bilemem...”
“beni buraya gönderdiler ve sizin göreviniz bana yardımcı olmak!”
“iyi ya, buraya gönderilmişseniz, buradasınız işte? ben de size yardımcı olduğumu sanıyorum: bakın size oturmanız için koltuğu işaret ettim...”
“benim bu kapıdan içeri girmek için gelmiş olduğumu anlayamıyor musunuz?”
“lütfen sakin olun... içeri mi girmek istiyordunuz?”
kahrolası entelektüel!
“elbette içeri girmek istiyorum! koltukta oturmak istiyor olamam değil mi?”
“bilemem...”
onunla daha fazla konuşmak istemiyorum. o da bulmacasını fazla ihmal ettiğini düşünmüş olacak ki bana olan ilgisini sigara izmaritleri gibi yere bırakıyor.. bir daha ona lazım olmayacağım... bütün bir bekleme süresi boyunca sadece şunları konuştuk:
“bir gezegen... beş harfli.. son harfi a...”
“siz gerçekten de yirmi yıldır bulmaca mı çözdüğünüzü sanıyorsunuz?”
“her bulmaca ayrı bir dünyadır..”
onu dünyalarıyla baş başa bırakıp içeri girmek bana bir huzur verdi doğrusu.. işte hayrettin bey,beni burada anlayabilecek, en azından anlaması gereken tek insan... merhaba hayrettin bey!
“size nasıl yardımcı olabilirim?”
“bu sabaha karşı bir düş gördüm...”
“pardon bir saniye... isminiz nedir?”
“d.”
“evet, bu sabaha karşı değil mi?”
“evet.”
“üç kızla beraber...”
“hayır! hayır o değil; en son gördüğüm!”
“tatil kampında... kız arkadaşınız ve birkaç dostunuz...”
“evet; evet o!”
“sorun nedir?”
“benim çantamı alıyorlar ve bir makineye atıyorlar...”
“evet siz de çok sinirleniyorsunuz...”
“tamam... işte tam o sırada uyandım... sonrasını çok merak ediyorum; çantamı o alçaklardan alabiliyor muyum?”
“onlar sadece kamp görevlileri ama?”
“her neyseler; çantamı attıkları makine bir çamaşır makinesine benziyordu...”
“evet, bir çamaşır makinesi.. oradaki şef kılıklı adamı hatırlıyor musunuz?”
“evet; bana bir kağıt uzatmaya çalışıyordu sanırım...”
“o adam kampın temiz çamaşırlar müdürü... size de çantanızı temiz bir şekilde geri almanız için bir makbuz uzatıyormuş...”
“ama benden para isteyip duruyordu?”
“eh, her şeyin bir karşılığı vardır.”
“o makbuzu alıyordum sanırım...”
“hayır, almamışsınız.. üstelik bağırıp çağırmaya devam etmişsiniz ve huzursuzluk yaratmışsınız...”
“olabilir, çünkü uyandığımda da çok sinirliydim.”
“makineden çantanızı çıkarıp önünüze atmışlar siz de küfürler yağdırmışsınız... çantanın içindeki her şeyin ıslanmış olduğuna da çok üzülmüşsünüz... sonra hep beraber sahile inerken etraf bulanıklaşmış ve düşünüz bitmiş...”
“içi dolu çantayı yıkamaya çalışmak ne kadar aptalca! üstelik benden zorla aldılar çantamı...”
“bunlar sizin iç problemleriniz beyefendi... benim yapabileceklerim bu kadar.”
iç problemlerim.. onlar çok da önemli değil. ıslak mıslak; çantayı kurtarmış olduğuma seviniyorum ben...

devamını göster

18 Ocak 2008

puma?

aşağıdaki alıntı, milorad pavic'in hazar sözlüğü kitabının, mitos yayınları, eril basımından (nisan 1996)
hazar imparatoru gördüğü düşü yorumlaması için üç din görevlisini yanına çağırır. yorumların sonucu hazarlar bu üç dinden birini kabul ederler. hazarların hangi dini kabul ettikleri ve bu olayın detayları üç ayrı kaynağa göre (müslüman, hristiyan, yahudi) farklı farklı yorumlanmaktadır.
kitap sözlük formatında ve üç parçadan oluşuyor. ayrıca iki ayrı versiyonu var: eril ve dişil. bu iki versiyonda sadece bir tek paragraf değişik. kitabın sonunda neden iki versiyon olarak basıldığı ve farklı paragrafın hangisi olduğu açıklanıyor ama ayrıca yeteri kadar işaret de veriliyor. bilinçli mi düzenlendi yoksa tamamen bir tesadüf müydü bilemiyorum, mitos'un bu baskısında (1996-eril) farklı paragrafın sayfa numarası kitapta gecen özel bir sayı. (diğer baskılarda yok bu durum)


2. iki insan düşünün, her biri bir ipin iki ucundan çekiyor ve ipin ortasında da bir puma tutuyorlar böylece. aynı anda birbirlerine yaklaşmak isteseler, puma saldıracak onlara çünkü ip gergin durmayacak; dolayısıyla pumanın her ikisinden eşit uzaklıkta kalması için ipi iyice gergin tutmaları gerekir. yazar ve okuyucu da aynı nedenle birbirlerine yaklaşmakta zorluk çekiyor; ortak düşünceleri, her birinin kendi tarafına çektiği iple sıkıca gerilmiş bir halde tutuluyor. pumaya, yani düşünceye, öbür ikisini nasıl gördüğünü sorsaydık, yenebilecek iki avın, yiyemeyecekleri bir şeyi, bir ipin iki ucuna çektiğini söyleyebilirdi bize...
("daubmannus'un imha edilmiş 1691 özgün basımının önsözünden kalan parçalar" başlığının ikinci maddesi. s.25)

devamını göster

14 Ocak 2008

bilge ejderha ve fantastik civciv

bilge ejderha ile fantastik civciv, akıllara akıntı verecek bir tesadüfle tanışmışlardı. bilge ejderha, şeytanla bir anlaşma imzalamak için, bizzat şeytanla buluşmak amacıyla bir meyhaneye gitmiş ama şeytan tarafından ekilmişti. elindeki belgeleri (aslında belgeler masanın üzerindeydi), önünde rakı kadehi (aslında rakı kadehi ellerinden birindeydi) çevreyi kızgınca izliyordu. fantastik civciv ise sokakta sakin sakin yürürken, hiç bir geçerli sebep olmaksızın sokaktan meyhaneye itilmiş daha doğrusu atılmıştı. garsonların ayak-ucu yardımlarıyla ayağa kalktıktan sonra masalar arasında gezinmiş ve ejderhayı fark eder etmez şoke olmuştu. daha önce hiç ejderha görmemişti ve bir meyhanede sinirli bakışlarla rakı içen bir ejderha görüntüsü ona çok saçma gelmişti. kendisi fantastik bir civcivdi; doğası gereği inanılmaz/imkansız şeyler yapabilirdi ama bir ejderha bir meyhanede kafa çekemezdi.
ejderhanın karşısına dikildi ve ona haykırdı. ejderha onu fark etmemişti. bunun üzerine civciv sinirlendi ve üç bin kat büyüdü. ejderha, karşısında oluşuveren, neredeyse kendisinin yarı boyutlarındaki bir civcive şaşkınlıkla bakakaldı. hala sinirliydi ama içini bir sevinç kaplamıştı çünkü şeytanın nihayet geldiğini zannetmişti.
kadim dilde, "hangi cehennemdeydin?" diye sordu. sorusunun saçmalığını, soru işareti sesi çıkarırken anlayıvermişti. civciv'in cevap vermesine fırsat tanımadan "ner'de kaldın; saatlerdir bekliyorum bur'da!" diye çıkıştı. civciv ejderha'nın söylediklerinden bi' bok anlamıyordu çünkü kadim diller dersini almasına daha yıllar vardı; eğer ki o kadar yaşayabilecekse... ejderhanın sert tavrını anlaması için ise bir dil bilmesine gerek yoktu; ne yapacağını bir an bilemedi. bu durumdan kurtulmanın tek yolunun ejderhayla latince konuşmak olduğuna karar verdi. ejderhaya latince, "latince biliyor musun?" diye sordu. ejderha, latince, "hayır ben latince konuşmayı bilmiyorum" dedi ve bir süredir ne söylese saçmalıyor olduğunu düşündü.
"buna bir son verelim, belli ki ikimiz de latince bilmiyoruz; bu nedenle aramızda latince konuşmaktan başka çaremiz yok" dedi civciv. ejderha, huzursuzca bu fantastik öneriyi kabul etti. "sen şeytansın değil mi?" diye sordu. fantastik civciv, "hayır ben şeytan değilim, ben fantastik civcivim" dedi. ejderha da, "ben de bilge ejderhayım" dedi ve böylelikle tanışmış oldular. sonrasında çok iyi anlaşmaları ve dost olmaları kaçınılmazdı çünkü her ikisini de tek bir insan fark etmişti ve canı oldukça sıkılıyordu. bu can sıkıntısı, kuşlar böcekler yarattırır insana...
bilge ejderha ile fantastik civciv yıllar süren dostluklarının neticesinde bir çok maceraya girip çıkmış, bir çok şey bilir olmuşlardı. onların dostluklarını hiç bir güç bozamaz sanılırdı. ancak bir gün bilge ejderha ishal oldu ve kendini sıçmak suretiyle öldü. buna çok üzülen fantastik civciv ise kaçınılmaz sonuna doğru daha hızla yaklaşmaya başladı. o da, önünde sonunda gerçekleşeceği gibi, bir tavuk oldu ve bir milyon altı yüz seksen beş bin yedi yüz yirmi dört yumurta yumurtladıktan sonra acımasızca öldürüldü.

devamını göster

12 Ocak 2008

mim: yapmak zorunda olduğum ama yapamadığım?

goddes artemis tarafından mimlendim. bu sefer konu gerçekten hoşuma gitti. bir sıkıntı mim olmuş dağılmış anladığım kadarıyla. yapmak zorunda olduğun halde yapamadığın kolay işler vardır senin de mutlaka, diyor mim ve tabii açıklama istiyor.
demek ki şu sigara konusunu yazacakmışım illa ki; bir önceki tipitip yazısında da söylendiğim gibi, bir süredir sigara içmeyen bir insan olmak istiyorum. sigara içmenin savunulacak bir yanı var mıdır bilmiyorum; sigara içmeyi seviyorsan içmelisin? yani bu kadar basit. ama şöyle düşün; bir dünya dışı varlıksın ve bu gezegene geliyorsun. (sanırım bundan daha önce de bahsetmiştim) gezegende "söz sahibi" varlıklar özellikle dikkatini çekiyor çünkü oldukça etken varlıklar. her neyse, şudur budur, iğrenç yaratıklarmış, savaşlar, aptal inançlar, şunlar bunlar, hepsini açıklayabiliyorsun ama bir kısmının kurutulmuş otları kağıda sarıp, ucunu yakıp dumanını soluklamasını bir türlü anlayamıyorsun... işte o an, aracınla malikanemin önüne geliyorsun ve kısa bir hoş-beşten sonra ben sana açıklıyorum: sigara içme davranışı, insanın "yanlış", "tahlikeli", "hatta ölümcül", "pis" vs vs özelliklere sahip, en ama en salakça davranışıdır, diyorum ve "ne yapalım böyle işte" diyerek durumu sürüncemede bırakıyorum.
herkes hayatında bir dolu salaklık yapar ve genellikle aynı salaklığı mümkün olduğunca tekrarlamaz çünkü en basitinden koşullanma devreye girer. tamam, bazı salaklıkların dönüşü yoktur, olan olmuştur. bir gazla, omzuna "winona forever" dövmesi yaptırıp, daha sonra "wino forever" şeklinde bir "çevir kazı yanmasın" operasyonuyla "ben aslında şarapçıyım yahu" mesajı veren j.depp kişisi burada konu mankeni olarak rahatlıkla kullanılabilir. olabilir, aşk zekaya düşmandır zaten. öte yandan, g.w.bush gibi bir adamı tekrar başkan seçen amerikalı seçmenler de var? evet, onlar bir salaklığı tekrarlıyorlar ama amerikalılar öyle işte; zevksiz insanlar...
her neyse, ben sanırım normal biriyim ve tüm evrende "salakça bu, hiç şüphe yok" diye nitelendirilebilecek şeyleri tekrar etmemeye çalışıyorum. ama sigara? işte orada cafer bez getir sesleri duyulmaya başlıyor.
oysa sigara içmemek oldukça kolay bir şeydir. hepimizin peşinen inandığı ama aslında bir numarası olmayan bir milyon şeyden biridir "sigara alışkanlığına son vermek zordur" inancı. önemli olan tek bir şey vardır o da sigaradan hoşlanmamak. bu kadar basit. hoşlanmadığın şeyden uzak durursun; oldukça ilkel bir dürtüdür hatta bu...
"sigarayı bırakmak" deyimi yanlış bir kere; "sigara içmemek" olacak doğrusu. elbette yerini çekirdekle sakızla doldurmaya da çalışmamak gerek çünkü sigara her halde hiç kimsenin hayatına "aşırı düzeyde çekirdek yiyorum, bırakmak için sigaraya başlamam gerek" dürtüsüyle girmemiştir?
iki sene önce "dan" diye kesmiştim sigara içmeyi ama nefret etme yolundaki kendimi telkin etme çalışmalarım iki ay falan sürdü. "sigara içen bir insan salaktır, tek bir lafının bile kıymeti yoktur" diyordum, sigaramı tüttürürken. (tamam çok zekisin) sonuçta, gerçekten nefret ettim ve içmemeye karar verdim.
sigara içmeyi kesmek iştah açıyor, bu tabii ki doğru çünkü yediğin içtiğin şeylerin tadını, gerçek tadını almaya başlıyorsun.
takdir ettiğim, hatta onayladığım tek bir yasak bile yoktur şu "sigara içme yasağı" kadar. bir zamanlar otobüste sigara kahve içmek çok güzeldi gerçi. hatta dolmuşlarda bile sigara içerlerdi insanlar. şimdi düşünemiyorum bile otobüste sigara içmeyi; yani birinin içmesini...
sorun şu ki, bu aralar sigarayı seviyorum. yani hafif gıcığım ama yeteri düzeyde değil. hayatta sevdiğin şeyleri yapmalısın; sevdiğin bir şeyden kendini esirgemen sıkıntı yapar en basitinden. tabii ki sigara içme işini, "tekrarlanan bir salaklık" olarak görmeye devam ediyorum.

yapmak zorunda olduğum ama bir türlü yapamadığım başka kolay şeyler de var mutlaka; örneğin zamanında uykuya dalmak?

bir sıkıntıdan kaynaklanan bu mim ile bir sıkıntımı anlatmış oldum, iyi oldu...

pas: cevval diyor ki , cahil peri ve flynxs.

devamını göster

11 Ocak 2008

tipitip 2

çok tuttu ikincisi çıkmış havası vermiş olmanın gevşeticiliğiyle giriş yapayım:
aldığım binlerce elektronik posta, telefon, telgraf, kargo ve haber güvercini, tipitip karikatürlerinin devamını getirmemi isteyen insanların baskısını taşıdı bana. (tamamen yalan yahu)
bu durumda elbette duyarsız ve kayıtsız kalamadım ve ikinci elli kırk parçadan oluşan ve büyük bir yaratıcılık örneği göstererek "tipitip 2" ismini verdiğim bu tarihsel dökümanı yayınlamaya karar verdim. böylece geriye 71 yaklaşık 90 parça kalmış oluyor. onu da gelecek aylarda yayınlarım; kimsenin acelesi yoktur zaten.
bu aralar (aslında yaklaşık 2 senedir) devam eden "sigarayı bıraksam ne güzel olur" düşüncemin depreştiği zamanlarda tercih ettiğim tek sakızın "diş dostu-falım" olması üzerine, bu küçük karikatürler daha da bir anlamlı gelmeye başladı. nedense bunu da söylemiş olayım.
daha önceki elli kırk parçalı tipitip 1 ve bundan sonraki tipitip 3 başlıklı yazı ise henüz portakalda vitamin olduğu için bir link vermem saçma olacak sanırım. (evet, çok gereksiz bir açıklama bu)
   
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

devamını göster