bana dediler ki, herkese her şey anlatılmaz.. düşleri anlatmanın tehlikeli olabileceğini duymuştum bir yerlerden... ne var ki aklım ayaklarımı, ayaklarım merak duygumu bir güzel giydirdi ve dışarı çıkarttı.. dev binaların arasından üzerinde erkek-1974 yazanını buldum ve içeri gidim. bu tür binaların girişi ne kadar etkileyici ya da ciddi olursa olsun danışmada duran adamlar hep aynı karakterde olur. bunlar bu binanın önünden geçerken kapıya asılmış “eleman aranıyor” yazısını görüp içeri dalarlar. yetkili kişi, danışma masasında acilen birinin durması gerektiğine koşullanmış olduğundan hemen işlemleri yapar ve şaşkın bakışlı bir adam masanın başına oturuverir.. bir masanın sorumlusu olmanın bilincini kazanır kazanmaz da kendine anlamsız bir güven geliverir. belki aylar ya da yıllar sonra karşısına benim çıkmamı bekler sabırla..
karşısındayım... bana gülümsemiyor bile. hemen yanında bir televizyon açık, aklı orada belli ki...
“ben düşler bölümünden, hayrettin beyle görüşmek istiyorum...”
“hangi hayrettin bey?”
“düşler bölümünde çalışan...”
“randevunuz var mıydı? bekliyor mu sizi?”
“hayır sürpriz yapacağım kendisine!”
“yakını mısınız? doğum günü falan mı?”
“bilemiyorum, yakını falan değilim sadece görüşmem lazım kendisiyle...”
“üçüncü kat on sekiz numara... alın bunu takın yakanıza...”
üç altı on sekiz... pekala.
düşler bölümü ismi kulağa hiç hoş gelmiyor. en azından benim kulağıma... üçüncü kata çıktım ama orada da bir masa ve bir anlamadımbidahaanlatsana vardı.
“beni buraya gönderdiler...”
“pekala buyurun şuradaki koltuğa oturun.”
“teşekkür ederim...”
inanılmaz derecede kısa sürdü anlaşmamız sanki? bu adamın buralarda harcandığını düşünüyorum... bulmaca çözdüğüne de bakılırsa oldukça entelektüel biri olmalı... başım ağrıyor ve sigara içmek istiyorum...
“sigara içebilir miyim?”
“bilemem...” başını kaldırmadı bile...
“siz yetkili kişi değil misiniz?”
“elbette bir sürü yetkim var.. ancak yetkilerimi bana verilen emirlerin sınırlarına sokarak kullanırım...”
“burada sigara içmek yasak mı?”
“hayır değil. bakın yerler izmarit dolu ve bakın şurada bir çöp kutusu var. ama kimseye anlatamıyorum. bütün o izmaritleri teker teker kim toplayacak biliyor musunuz?”
“siz?”
“tabii ki hayır! ben temizlik görevlisi değilim ki!”
gerçek bir entelektüel... sağlam ve can sıkıcı bir mantık yapısı oluşturmuş...
biri daha geliyor... kim bilir onun derdi ne? hiç başı ağrımıyormuş gibi yürüyor. ama onun da başka bir yeri ağrıyordur. herkesin bir yerleri ağrıyor. her şeyin, her yerin mutlaka bir yeri ağrır..
“buraya girmem gerekiyor.”
ne güzel dedi... ben öyle olamıyorum işte.. kısa ve net...
“buyrun girin.”
ee? onun girmesi, benim burada oturuyor olmam mı gerekiyor? ben daha önce geldim, girmek benim hakkım!
“ben daha önce geldim ama?”
“efendim?”
herif girdi bile...
“beni neden bekletiyorsunuz?”
bekletmek: soldan sağa, yukardan aşağıya, öyle böyle...
“sizi bekletiyor muyum?”
“evet, bekletiyorsunuz! o adam hemen giriverdi; benden sonra geldiği halde!”
“ama siz girmek istediğinizi söylemediniz ki?”
“söylemek mi? peki benim derdim ne olabilir sizce?”
“bilemem...”
“beni buraya gönderdiler ve sizin göreviniz bana yardımcı olmak!”
“iyi ya, buraya gönderilmişseniz, buradasınız işte? ben de size yardımcı olduğumu sanıyorum: bakın size oturmanız için koltuğu işaret ettim...”
“benim bu kapıdan içeri girmek için gelmiş olduğumu anlayamıyor musunuz?”
“lütfen sakin olun... içeri mi girmek istiyordunuz?”
kahrolası entelektüel!
“elbette içeri girmek istiyorum! koltukta oturmak istiyor olamam değil mi?”
“bilemem...”
onunla daha fazla konuşmak istemiyorum. o da bulmacasını fazla ihmal ettiğini düşünmüş olacak ki bana olan ilgisini sigara izmaritleri gibi yere bırakıyor.. bir daha ona lazım olmayacağım... bütün bir bekleme süresi boyunca sadece şunları konuştuk:
“bir gezegen... beş harfli.. son harfi a...”
“siz gerçekten de yirmi yıldır bulmaca mı çözdüğünüzü sanıyorsunuz?”
“her bulmaca ayrı bir dünyadır..”
onu dünyalarıyla baş başa bırakıp içeri girmek bana bir huzur verdi doğrusu.. işte hayrettin bey,beni burada anlayabilecek, en azından anlaması gereken tek insan... merhaba hayrettin bey!
“size nasıl yardımcı olabilirim?”
“bu sabaha karşı bir düş gördüm...”
“pardon bir saniye... isminiz nedir?”
“d.”
“evet, bu sabaha karşı değil mi?”
“evet.”
“üç kızla beraber...”
“hayır! hayır o değil; en son gördüğüm!”
“tatil kampında... kız arkadaşınız ve birkaç dostunuz...”
“evet; evet o!”
“sorun nedir?”
“benim çantamı alıyorlar ve bir makineye atıyorlar...”
“evet siz de çok sinirleniyorsunuz...”
“tamam... işte tam o sırada uyandım... sonrasını çok merak ediyorum; çantamı o alçaklardan alabiliyor muyum?”
“onlar sadece kamp görevlileri ama?”
“her neyseler; çantamı attıkları makine bir çamaşır makinesine benziyordu...”
“evet, bir çamaşır makinesi.. oradaki şef kılıklı adamı hatırlıyor musunuz?”
“evet; bana bir kağıt uzatmaya çalışıyordu sanırım...”
“o adam kampın temiz çamaşırlar müdürü... size de çantanızı temiz bir şekilde geri almanız için bir makbuz uzatıyormuş...”
“ama benden para isteyip duruyordu?”
“eh, her şeyin bir karşılığı vardır.”
“o makbuzu alıyordum sanırım...”
“hayır, almamışsınız.. üstelik bağırıp çağırmaya devam etmişsiniz ve huzursuzluk yaratmışsınız...”
“olabilir, çünkü uyandığımda da çok sinirliydim.”
“makineden çantanızı çıkarıp önünüze atmışlar siz de küfürler yağdırmışsınız... çantanın içindeki her şeyin ıslanmış olduğuna da çok üzülmüşsünüz... sonra hep beraber sahile inerken etraf bulanıklaşmış ve düşünüz bitmiş...”
“içi dolu çantayı yıkamaya çalışmak ne kadar aptalca! üstelik benden zorla aldılar çantamı...”
“bunlar sizin iç problemleriniz beyefendi... benim yapabileceklerim bu kadar.”
iç problemlerim.. onlar çok da önemli değil. ıslak mıslak; çantayı kurtarmış olduğuma seviniyorum ben...
karşısındayım... bana gülümsemiyor bile. hemen yanında bir televizyon açık, aklı orada belli ki...
“ben düşler bölümünden, hayrettin beyle görüşmek istiyorum...”
“hangi hayrettin bey?”
“düşler bölümünde çalışan...”
“randevunuz var mıydı? bekliyor mu sizi?”
“hayır sürpriz yapacağım kendisine!”
“yakını mısınız? doğum günü falan mı?”
“bilemiyorum, yakını falan değilim sadece görüşmem lazım kendisiyle...”
“üçüncü kat on sekiz numara... alın bunu takın yakanıza...”
üç altı on sekiz... pekala.
düşler bölümü ismi kulağa hiç hoş gelmiyor. en azından benim kulağıma... üçüncü kata çıktım ama orada da bir masa ve bir anlamadımbidahaanlatsana vardı.
“beni buraya gönderdiler...”
“pekala buyurun şuradaki koltuğa oturun.”
“teşekkür ederim...”
inanılmaz derecede kısa sürdü anlaşmamız sanki? bu adamın buralarda harcandığını düşünüyorum... bulmaca çözdüğüne de bakılırsa oldukça entelektüel biri olmalı... başım ağrıyor ve sigara içmek istiyorum...
“sigara içebilir miyim?”
“bilemem...” başını kaldırmadı bile...
“siz yetkili kişi değil misiniz?”
“elbette bir sürü yetkim var.. ancak yetkilerimi bana verilen emirlerin sınırlarına sokarak kullanırım...”
“burada sigara içmek yasak mı?”
“hayır değil. bakın yerler izmarit dolu ve bakın şurada bir çöp kutusu var. ama kimseye anlatamıyorum. bütün o izmaritleri teker teker kim toplayacak biliyor musunuz?”
“siz?”
“tabii ki hayır! ben temizlik görevlisi değilim ki!”
gerçek bir entelektüel... sağlam ve can sıkıcı bir mantık yapısı oluşturmuş...
biri daha geliyor... kim bilir onun derdi ne? hiç başı ağrımıyormuş gibi yürüyor. ama onun da başka bir yeri ağrıyordur. herkesin bir yerleri ağrıyor. her şeyin, her yerin mutlaka bir yeri ağrır..
“buraya girmem gerekiyor.”
ne güzel dedi... ben öyle olamıyorum işte.. kısa ve net...
“buyrun girin.”
ee? onun girmesi, benim burada oturuyor olmam mı gerekiyor? ben daha önce geldim, girmek benim hakkım!
“ben daha önce geldim ama?”
“efendim?”
herif girdi bile...
“beni neden bekletiyorsunuz?”
bekletmek: soldan sağa, yukardan aşağıya, öyle böyle...
“sizi bekletiyor muyum?”
“evet, bekletiyorsunuz! o adam hemen giriverdi; benden sonra geldiği halde!”
“ama siz girmek istediğinizi söylemediniz ki?”
“söylemek mi? peki benim derdim ne olabilir sizce?”
“bilemem...”
“beni buraya gönderdiler ve sizin göreviniz bana yardımcı olmak!”
“iyi ya, buraya gönderilmişseniz, buradasınız işte? ben de size yardımcı olduğumu sanıyorum: bakın size oturmanız için koltuğu işaret ettim...”
“benim bu kapıdan içeri girmek için gelmiş olduğumu anlayamıyor musunuz?”
“lütfen sakin olun... içeri mi girmek istiyordunuz?”
kahrolası entelektüel!
“elbette içeri girmek istiyorum! koltukta oturmak istiyor olamam değil mi?”
“bilemem...”
onunla daha fazla konuşmak istemiyorum. o da bulmacasını fazla ihmal ettiğini düşünmüş olacak ki bana olan ilgisini sigara izmaritleri gibi yere bırakıyor.. bir daha ona lazım olmayacağım... bütün bir bekleme süresi boyunca sadece şunları konuştuk:
“bir gezegen... beş harfli.. son harfi a...”
“siz gerçekten de yirmi yıldır bulmaca mı çözdüğünüzü sanıyorsunuz?”
“her bulmaca ayrı bir dünyadır..”
onu dünyalarıyla baş başa bırakıp içeri girmek bana bir huzur verdi doğrusu.. işte hayrettin bey,beni burada anlayabilecek, en azından anlaması gereken tek insan... merhaba hayrettin bey!
“size nasıl yardımcı olabilirim?”
“bu sabaha karşı bir düş gördüm...”
“pardon bir saniye... isminiz nedir?”
“d.”
“evet, bu sabaha karşı değil mi?”
“evet.”
“üç kızla beraber...”
“hayır! hayır o değil; en son gördüğüm!”
“tatil kampında... kız arkadaşınız ve birkaç dostunuz...”
“evet; evet o!”
“sorun nedir?”
“benim çantamı alıyorlar ve bir makineye atıyorlar...”
“evet siz de çok sinirleniyorsunuz...”
“tamam... işte tam o sırada uyandım... sonrasını çok merak ediyorum; çantamı o alçaklardan alabiliyor muyum?”
“onlar sadece kamp görevlileri ama?”
“her neyseler; çantamı attıkları makine bir çamaşır makinesine benziyordu...”
“evet, bir çamaşır makinesi.. oradaki şef kılıklı adamı hatırlıyor musunuz?”
“evet; bana bir kağıt uzatmaya çalışıyordu sanırım...”
“o adam kampın temiz çamaşırlar müdürü... size de çantanızı temiz bir şekilde geri almanız için bir makbuz uzatıyormuş...”
“ama benden para isteyip duruyordu?”
“eh, her şeyin bir karşılığı vardır.”
“o makbuzu alıyordum sanırım...”
“hayır, almamışsınız.. üstelik bağırıp çağırmaya devam etmişsiniz ve huzursuzluk yaratmışsınız...”
“olabilir, çünkü uyandığımda da çok sinirliydim.”
“makineden çantanızı çıkarıp önünüze atmışlar siz de küfürler yağdırmışsınız... çantanın içindeki her şeyin ıslanmış olduğuna da çok üzülmüşsünüz... sonra hep beraber sahile inerken etraf bulanıklaşmış ve düşünüz bitmiş...”
“içi dolu çantayı yıkamaya çalışmak ne kadar aptalca! üstelik benden zorla aldılar çantamı...”
“bunlar sizin iç problemleriniz beyefendi... benim yapabileceklerim bu kadar.”
iç problemlerim.. onlar çok da önemli değil. ıslak mıslak; çantayı kurtarmış olduğuma seviniyorum ben...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder