25 Nisan 2008

pavarotti'nin diyaframı (mim*)



bir gerekliliği yerine getirmek isteyen birinin kurduğu bir mizansende sıkışıp kalmış bu afacanlar. kendilerini, olabildiğince bağımsız, üstelik tamamen kendi istekleri doğrultusunda hareket eden birileri gibi hissediyorlar. bir milyon kişinin bir milyar kere yaptığı bir şeyi yapıyorlar: hayatta kalmaya çalışıyorlar. karanlık bir odada, “kafa” bir müzik seçip, “kelle” olacaklar. dünya daha çekilir bir his verecek; hoparlörlerden yeşil-turuncu dumanlar çıkacak; yarı kapalı bakışlarla müziğin gözlerinin önünden geçmesini izleyecekler...

“pavarotti götüne bağırsa bağırsakların parçalanır mı?” diye sorar tütün sarmayı bir türlü beceremeyen.
“çıkan sesten mi yoksa nefesinin hızından mı?”
“ikisinden de… düşünsene çok yüksek desibelli, şiddetli bir rüzgar!”
“ne kadar bağıracak?”
“nasıl ne kadar bağıracak?”
“yani ne kadar süreyle?”
“ya işte, olanca gücüyle ‘aaaaa’ diye bağıracak... ne bileyim süresini?”
“şu çarşafla zıvanayı uzatsana…”
“bence var ya… kesin paramparça olur insanın bağırsakları…”
“pantolonun ile donun arasına bakır levha koysan?”
“yok be! çıplakken bağıracak”
“yok artık! ben götümü açaca’m gel bağır diyece’m öyle mi?”
“banyodasın diyelim. pavarotti gizlice giriyor evine; sen tam su sıcaklığını ayarlamak için eğildiğinde!”
“abi adam italya’dan benim götüme bağırmak için ne diye gelecek ya?”
“italya’dan neden gelsin ki? adam öldü… belki de hayaleti banyo banyo geziyor şimdi? “
“yok artık! hemen hisseder banyo tasıyla ses dalgalarını geri gönderirim yüzüne ben de!”
“bu nasıl?”
“abi… daha yumuşak bir müzik koy ya… al bitti işte… hazır”
“ne çabuk sardın be! tam uzmanı oldun ha!”
“ne sandın abi… sadece şey lazım..”
“ne?”

tam o anda elektriğin beş saniyeliğine kesilmesi, onların baktığı yerden şanssızlık olarak ifade edilecek. oysa elektriği hep birisi keser ve çoğunlukla tek amacı gıcıklık yapmaktır. sadece elektriği de kesmez, bir de pavarotti’nin hayaletini gönderir!

yıllar önce türkiye’ye gelip ankara devlet opera ve balesi kadrosunda yer alabilmek ve sınavlara hazırlanmak için bir süre türkiye’de yaşayan pavarotti’nin elbette az da olsa türkçe bilgisi vardır. ankara devlet opera ve balesi'nin kendisini yetersiz bulmasından ve kadroya almamasından dolayı, biraz da gıcıktır türkiye’ye.. bunları herkes bilmez, afacanlar hiç bilmez….

hayalet kostümünü, bir romalı diplomat olarak seçen pavarotti, odada belirir ve şüphesiz karanlıktan dolayı fark edilmez. karanlıkta halıya oturmuş gençlere bakar. düzenlemeler yapılır ve elektrik gelir. tütün sarmayı bilen, tütün sarmayı bilmeyenin arkasında dikilen pavarotti’yi görür görmez donar. pavarotti’nin elinde bir kırmızı plastik çakmak vardır, dostça uzatmaktadır. bir hayalet ne kadar dostça görünebilir ki; hem de romalı diplomat kılığıyla!

“bağırma! lütfen bağırma!” diye bağırır tütün sarmayı bilen.
diğeri de arkadaşının yanına zıplar; duvar dibine büzülür. tüm kelimeleri unutmuş; yazık…
“bağırma yapmak değil o… arya söylerim ben” der pavarotti, sakince, “elli yıl geçti hala anlamıyor siz müzikten!”
“lütfen bağırsaklarımızı parçalama” der, tütün sarmayı bilmeyen.
“yok…siz deli davranıyor. al…” der ve çakmağı tekrar uzatır pavarotti. tütün sarmayı bilen alır çakmağı ürkekçe.
“hadi bakalım…” der çıkar gider pavarotti. afacanlar buzdolabından bira çıkarır, sabaha kadar sessizce bira içer…

------------------------------------------------

*buzcevheri'nin başlattığı ve cevval portakal üzerinden bana paslanan mim, mimi paslayanın seçtiği beş altı kelimeyi (de) kullanma şartıyla "öykü" (ya da öykü gibi bir şey) yazmayı gerektiriyor. cevval portakal, "çakmak, hoparlör, rüzgar, afacan, çarşaf" kelimeleri ile bir şeyler yazmamı istemiş örneğin. ben kelimeleri seçerken kendi çağrışımlarımdan uzak durmak için ekşi sözlük'ün "şukela" butonundan yararlandım. altı kelimeden biri kullanılmayabilir...

bu güzel mim için paslar:

- demo (ayakkabı, lazer, gümrük, fırtına, lahana, su)
- kudra (
paranoya, poşet, satranç, asansör, köpek, içki)
- aydan atlayan kedi (lades, ada, eroin, otobüs, duvar, şapka)
- tattooed-everything (bebek, orman, mezarlık, kağıt, metro, terlik)
- edebiy.at (polis, kaplumbağa, yumurta, viyolonsel, şirket, kilise)

devamını göster

23 Nisan 2008

daily monster - stefan g. bucher

diş fırçası ile bıraktığı boyaya hava üflüyor ve böylece "canavar" tüyleri çıkış noktası oluyor. daha sonra, tüyleri hazır canavarı oluşturmaya başlıyor ve tüm bu yapım aşamasını izleyebiliyorsun. yaklaşık on gün içinde ilk 200 canavar tamamlanmış olacak.

ilk 100 canavar kitap olarak basılmış; buradan satın alınabiliyor. yakında ikinci 100 canavarın da kitabı çıkar sanırım. ortaya çıkan canavarlar pek "şirin" ve onların yapımını izlemek çok keyifli. yıllardır ailecek apıştığımız resim sevinci programı gibi bir şey işte; o yetenekli olduğu için pırt diye çiziyor biz de şaşırıyoruz. eh tabii bir de "titanyum beyazı".

daily monster arşivine daldım, pek keyif aldım; abone olup takip etmeli. her gün yeni bir "şirin" canavar ile karşılaşmak iyi fikir...

devamını göster

22 Nisan 2008

vasistas ?

sıklıkla karıştırdığım kitaplardan biri: 'dost kitabevi yayınları'ndan çıkmış, kudret emiroğlu'nun gündelik hayatımızın tarihi. çok rahat bir dille yazılmış bu inceleme kitabında, adı üzerinde günlük yaşantıda karşına çıkan (mobilya) ya da karşına çıkmasa bile bir şekilde hayatının bir parçası olan (ay adları, gün adları) bir dolu şey hakkında etimolojik, tarihsel şu bu bilgiye ulaşabiliyorsun. 
bunun sana-bana ne faydası var? işte bunu düşünmekle işe başlamışsak zaten durumumuz kötü demektir. yapılacak bir şey yok; bu düşüncenin (bana ne faydası var) saçma bir düşünce olduğunu kavrayana kadar zaman geçmesini beklemekten başka... elbette zamanı nasıl değerlendirdiğimizle ilgili olarak, sadece o dakikalara kadar: son nefesimizi verdiğimiz dakikalarda yanımıza bu (ve/ya buna benzer bir kitapla) gelen kişiye "ıaah..ne faydası var" dememiz çok isabetli olacaktır: hakikaten o saatten sonra hiç bir faydası olmaz... gerçekten anlamsız zaten ölmek üzere olan bir insana herhangi bir kitapla yaklaşmak! 
 hazır nefes alıp verirken bir kahrolası nihilist gibi bakmamalı o halde "gündelik yaşam" şeylerine. daha önce de bahsetmiştim; arada sırada, elimizin altındaki ya da ayna yansımasından "ebleh ebleh" bakan şeylere "ilk defa" karşılaşıyormuşsun gibi bakmak çok keyifli ve hatta şaşırtıcı. bir de kalkıp tarihini, kelime anlamını falanını filanını öğrenmek daha da etkileyici! bak örneğin diş macunu:
bilinen ilk diş macunu, eski mısırlıların iö 2000'lerde öğütülmüş sünger taşı ve sirkeyle yaptıkları karışımdı. romalılar ise ağızlarını insan sidiği ile çalkalıyorlardı. zengin romalılar, kıtanın en güçlü sidiği olarak tanınan, portekiz'den ithal edilen pahalı 'macun'u kullanıyorlardı. sidik kullanımı 18. yüzyıla kadar, daha sonra modern dişçilikte de kullanılan amonyağın ayrıştırılmasıyla devam etti.(...) (s.191)
kitap, 18 ana başlıkta (inançlar, gelenekler, giyim kuşam, sağlık, çocukluk, cinsellik, devlet-millet vs..) toplam 601 madde içeriyor. kudret emiroğlu'nun önsözde belirttiği gibi, "madde sayısı çok daha fazla arttırılabilecek, bir çok maddesi başlı başına kitap konusu olabilecek" ama sonuçta "kişisel olanak ve tercihlerle biçimlendirilmiş" "eksiksiz olma" iddiasında bulunmayan bir inceleme bu. 
almanca 'was ist das' ("bu nedir?") soru cümlesinin pencere kapı üzerinde bulunan açılır kapanır kanada ad olması tuhaf. fransızcası da aynıdır ve bu dile oldukça erken bir tarihte, 1776'da girmiştir. vasistas'la ilgili birçok hikaye vardır. en basiti, bir yapı fuarında ilk kez sergilendiğinde sorulan sorunun ad olarak kalması. ikincisi, alman asıllı bir fransa imparatoriçesinin ilk kez gördüğünde bu soruyu sormasından sonra pencerenin onun yanında bu adla anıldığı ve ad olarak yerleştiği. üçüncüsü, hikayeyi marie-antoniette'e bağlıyor. xvi. louis'nin karısı hem alman asıllıdır, hem de 1793'te giyotinle idam edilmiştir. ilk kez 1792'de kullanılan giyotinin konuyla ilgisi şurada ki, terör döneminde giyotinin penceresine de vasistas denmiştir ve 'başını vasistas etmek' deyimi çıkmıştır. marie-antoniette'infransa devrimi sürecinde iktidarını korumak için kardeşi kutsal-roma germen imparatotuyla ve avusturyalılarla anlaşmaya çalışması anımsanırsa, giyotinle, almanca "bu nedir" sözcüğünün halkın kara mizahında özdeşleştirlmiş olduğu düşünülebilir. bu varsayımı sözcüğün fransızcada ilk kez 1776'da kayıtlara geçmesi çürütse de, gene de böyle bir adın türkçeye girecek kadar dirençli çıkmasının ardındaki mantığa ve olayların sonradan birleştirilmiş olması ihtimaline uygun düşmektedir. türkiye'de düşey sürme pencereye de 'giyotin pencere' denir.

 

vasistas nihayet, iki taraflı açılan 'pen'lerle tarihe karışma yoluna giriyor.

devamını göster

20 Nisan 2008

o sırada bir paralel evrende:

* memlekete fuhuş yapmak için gelen fransız erkekler, zor durumda kalmamak için anlaşmalı evlilikler yapıyorlar. özellikle ege bölgesindeki oteller fransız erkeklerle dolu. kadınlarımız çok düşkün bu fransızlara...

*sabah telefonum çaldı; yastığın altından tek gözüm kapalı ele geçirdim, tiri-viri yapan telefonu. ertelemek için gerekli tuşa bastım. dokuz dakika sonra tekrar çaldı. tekrar erteledim. dokuz dakika sonra tekrar çaldı, yine erteledim. dokuz dakika sonra bir kere daha çaldı ve "tamam be" dedim cevapladım. "ben alarmım neden cevap veriyorsun ki?" dedi. "ben de uyumaya çalışıyorum neden bu kadar üsteliyorsun ki!" dedim. "neyse fazla kontörüm yok, dokuz dakika sonra ararım ben seni" dedi kapattı. yüzüme.

*fransızcanın, türkçenin tersten okunuşu-yazılışı olmasına bozulan ingilizlere de fransızlar, japoncanın ingilizcenin tersten okunması (ama yazılması değil) gerçeğinden dolayı bozuluyorlar. oysa türkçeyi tersten okumak hiç de kolay değil. kamzay yalok.

*arabalardaki, evlerdeki müzik çalarlara ve walkman'lere kısacası müzik çalan her şeye uygun "last.fm raporlayıcısı" dikkatli ve özenli bir kullanımı gerektiriyor. geçen gün bir arkadaşıma misafir gelmiş, o evde yokken akşama kadar zerrin özer, kayahan dinlemiş... arkadaşım, "kişiliğime yapılmış bir saldırı! tüm istatistiklerim ve oluşturmaya çalıştığım 'zevk düzlemim' alt üst oldu!" diye isyan ediyordu. o artık eski o değil.

*yenmeden bırakılmış patlamış mısırları toplayıp, özel makinalarda "mısır tanesi"ne dönüştürerek zengin olan ve "geri dönüşümlü patlamış mısır" kralı olmasına rağmen aslında sadece patates cipsi seven adam, cipsleri de patatese dönüştürme çalışmalarına harcadığı para yüzünden iflas etti. oysa (elbette) mısırlılar bunu yapabiliyordu: piramitlerle... piramitin merkezine konmuş kırk paket patates cipsi dört saat sonra beş patatese dönüşüyordu. ama elbette, anlaşılmaz bir teknoloji; daha çözemedik. hem paketler nereye gidiyor? sorular sorular...

*vista 'service pack 1' çıktı.

devamını göster

19 Nisan 2008

tekkon kinkreet ( tekon kinkurîto)

bir yerde bu filmin fragmanını ya da tanıtım yazısını gördüm. nerde gördüm acaba? internet dünyasının silik anıları; ne saçma, arkadaşın torbagül'ü görürsün, yanından bir f-16 geçer, daha sonra "yahu ben torbagül'ü ne zaman görmüştüm, nerde görmüştüm?" diye kendini sorguya çektiğinde, "f-16 geçmişti ya yanından bee!" dersin, sahneyi canlandırırsın. internet işte, ruhsuz ve karaktersiz; ne diyeceksin? tam o sırada winamp kilitlenmişti ya, hah işte o gün... her neyse, ben de buldum filmi, izledim ve çok sevdim.


tekkon kinkreet (ya da black and white ya da tekon kinkurîto), animatrix projesinde "beyond" isimli animasyonda çalışmış olan michael arias tarafından yönetilmiş ve kendisi japon olmadığından dolayı japon anime sanatında bir ilke de imza atmış. (bu ilk'e imza atmak lafını unutmayım daha sonra değiştireyim, sinir bozucu bir laf)

film bildik "çizgi film" gibi görünse de oldukça yüksek oranda 3d teknolojisinden yararlanmış. bunu en iyi "binalar" söz konusu olduğunda ayırt edebilirsin. güzel güzel boyanmış olabilirler ama onlar kutu işte; dikkatli bak hissedeceksin... kötü mü olmuş; yok yahu neden kötü olsun, görüntüler çarpıcı, muhteşem, olağanüstü... ama işte, görüntüler muhteşem de, öykü o kadar da değil... belki de ben "anime" kültürünü bilmediğim için saçmalıyorum? yine de kimsenin öykünün de görüntüler kadar güzel olduğunu söyleyeceğine inanmıyorum. (görüntüler muhteşem demiş miydim?)

iki kardeş bana grave of the fireflies'ı hatırlattı: ikinci dünya savaşında ailesini kaybeden iki kardeşten özellikle küçük olanı (çocuk işte, cehennemde bile oynayacak bir şey bulur) bu filmdeki "beyaz" ile paralellik gösteriyor. bir de, "black"in (büyük kardeşin) metroda, bitmiş tükenmiş hali düpedüz grave of the fireflies'a gönderme gibi geldi bana.

eski maya uygarlıklarından kalan bir belgede şöyle yazar : "güzel animasyonlarda ya görüntüler ya da öykü çok iyidir; ikisinin de çok iyi olduğu animasyonlar ise tadından yenmez". steamboy örneğin; olağanüstü bir görsellik sunar ama hikaye çok zayıftır.

o kadar da kötü değil öykü, belki de önce (varsa) çizgi romanını okumak gerekiyor? Treasure City hakkında, "kedi"ler hakkında, polis-yakuza-çocuklar arasındaki bağlantılar konusunda bir çok boş alan var; ben filmle dolduramadım belki de benim yetersizliğim?

filmin müzikleri de gayet güzel bu arada, ne de olsa plaid yapmış... aslında bu film ile coşmuş değiller; yani filmin müzikleri güzel tamam ama plaid'i bu filmin müzkleri ile tanımlamamak gerek.
























devamını göster

16 Nisan 2008

marsta kırk makak


rusya mars'a insanlı uçuş öncesi makak gönderecekmiş. daha önce de terrier cinsi "layka" isimli sokak köpeğini (alaylı) uzaya göndermiş olan ruslar , öğrendiği şeyleri kendi ailesine de öğreterek bilgi aktarımını kuşaklara yayan, dolayısıyla kültürleri olan (bu bir söylenti de olabilirmiş) makak cinsi maymunları eğitmeye başlamışlar. mars'a gidecekler kolay mı!

daha önce de amerikalı bilim adamları (yuvaları nasa olanları) charlie isimli bir maymunu aya göndermek için eğitime almışlardı*. bin dokuz yüz altmışlarda... hayvanı sürekli "bak charlie, ayda milyonlarca muz var... bayılacaksın oraya" diye motive ederek eğitim veren bilim adamları, aya inen charlie ile "houston" bağlantısını yaptıklarında büyük hayal kırıklığına uğramışlardı: charlie, ayda muz falan göremedi doğal olarak... elbette, "evet charlie, ne görüyorsun, anlat bize..." çağrılarına, "muz yok... yok burda muz falan!" gibi sözlerle, oldukça küfürlü bir şekilde cevaplar verdi sadece...

işte ruslar hem sokak kültürüyle yetişmiş layka'nın uçuştan hemen sonra ölmesinden hem de yanki'lerin hatalı eğitilmiş maymun göndermelerinden ders alıp, 40 makakı şimdiden eğitmeye başlamışlar.

eğer gerçekten makaklar bilgi aktarımı yapabiliyorlarsa bir strateji geliştirmişlerdir bile. belki de, büyük makak önderleri, "sessiz kalın, maymun gibi davranın, aptalca şeyler yapın" diye öğütlemiştir yıllar önce... zekice: hayatta kalmak istiyorlarsa insanlardan bu yeteneklerini saklamak zorundalar....
üçken prizmayı üçgen deliğe koyduğu için alkışlanan bir makakın gözündeki belli belirsiz şeytani pırıltı mutlaka dikkatlerden kaçıyordur....

bu üçkağıtçı sinsi makaklarla eş zamanlı marsa varacak olan dış dünyalı canlılarla olası bir karşılaşmada kendilerini "insan ırkından" kaçan "dünyalılar" olarak gösterebilir bunlar. rus bilim adamlarının bu olasılığı(!) hesaplamadıklarından eminim.

olur ya, belki de marsa bir göktaşı çarpar onlar varmadan üç beş saat önce; sağına soluna oksijen, karbon, hidrojen atomları, bok püsür bulaşmış dev bir meteor. al sana yaşam!sonra gelsin uygarlık gitsin füze! çarpmanın etkisiyle gezegende başlayan değişim evresinde, tüm kılları - tüyleri de dökülecektir; böyle böyle iyice kendilerini bir bok zannetmeye başlar bunlar!

işte bu gibi sebeplerden dolayı makakların uzay araştırmalarında kullanılmasını pek sakıncalı buluyorum. tavşan, sincap duruken makak nedir yahu?

*şimdi uydurduğum bir habere göre....

(fotoğraf: ntv/msnbc)

devamını göster

15 Nisan 2008

kokomoo ve chris scarborough

arada sırada karşıma çıkan çizimleri eklerken hep, "yahu direk linkini versene, neden bir de sen yayınlıyorsun ki?" diye soruyorum kendime. kendimle olabildiğince barışık olduğum için "bak, haklısın ama saçmalıyorsun" diyorum; "ben bir yayın yapıyorum tamam ama aynı zamanda bir çeşit günlük de tutuyorum, arada sırada eski tarihli "iletilere" bakmak keyifli oluyor; hem nedir yani, ne güzel şeyler"


bunun üzerine kendim "ne halin varsa gör" deyip uzaklaşıyor. nereye uzaklaşacaksa? her neyse, bu sefer kendimi de memnun etmek amacıyla kokomoo ve chris scarborough çizimlerinden sonra (renkli nasıl olur bunlar merakı yüzünden oldu aslında) dört adet yüksek çözünürlüklü "çeşitleme" ekledim.

kokomoo:


















chris scarborough :













1280x800 çözünürlükteki bu "çeşitlemeler"i, üzerlerine tıklayarak gerçek boyutlarında görebilirsin.







devamını göster

13 Nisan 2008

şule gürbüz, nina simone ve björk (mim)

"insanlı köyün kavalcısı" buzcevheri tarafından mim'lendim. mim şöyle diyor anladığım kadarıyla:


değer verdiğin üç kadın hakkında bir şeyler yaz o da olmadı birşeyler yaz ama bir şekilde değer verdiğin üç kadının "ismi" geçsin...

daha dün (bazı mim'lerin tesadüfen "denk gelme" durumu da ilginç hani) evet daha dün, aklıma şule gürbüz gelmişti. yıllardır, 6 ayda bir ya da işte zaman zaman aklıma mutlaka gelen bir kişidir şule gürbüz. kimdir peki şule gürbüz?

sanat tarihi ve felsefe eğitimi aldığını biliyorum. ayrıca yıllar öncesinde, "okudukça" isimli trt2 programındaki sıkıntılı ifadesini hatırlıyorum: kendisiyle "söyleşi yapan" kadınla o kadar zorlanarak konuşuyordu ki; her halinden belliydi "edebi" bir sohbet mizanseninde bulunmayı istemediği? belki de kendisiyle konuşmaya çalışan kadından hoşlanmıyordu? yıllar sonra tesadüfen okuduğum bir habere kadar, o röportajdan başka kendisi hakkında hiç bir şey duymadım; tek bir kitabı bile yayınlanmadı daha sonra...

devam ediyor mu bilmiyorum ama en son duyduğuma göre işte, saray saatçisi olmuş! dolmabahçe sarayı başta olmak üzere tüm sarayların saatlerinden (ve onların bakımından, tamirinden vs) sorumlu. bir de ustası var elbette; çünkü hiç bir şey bilmiyormuş saat tamiri ve işte mekanik tamirat işleriyle ilgili. direk kalfa olarak giriş yapmış saat tamiri/bakımı işine.

1992 yılında iletişim yayınevinden "kambur" isimli "küçücük" kitabı yayınlanmıştır. (ayrıca, mitos yayınlarından "ağrıyınca kar yağıyor" isimli bir şiir kitabı ve "ne yaştadır ne başta: akıl yoktur" isimli bir oyun kitabı vardır)

kambur, etkileyici bir kara mizah örneği benim için. defalarca okudum, her defasında keyif aldım. iki üç kere kendim için satın aldım, bir iki kere de hediye etmek için. "bir kitap okumak nedir?" boşver kitabı, okumayı, kambur bir şey(ler) söylüyor, genellikle de söyleniyor... canın isterse dinlersin:

size bana yakın bir insandan bahsedemeyeceğim; böyle biri hiç olmadı çünkü. arkadaşlık diye bir şey yaşamadım şimdiye dek- her aklı başında insan gibi. çünkü birilerini kandıracak, her gün yeni bir şeyler ve 'kendim' diye anlatabileceğim bambaşka bir kişilik arayacak kadar ne zamanım oldu ne de gücüm. hayal ürünlerinden, bunların mükemmelliğinden bile sıkılırken, aslı ne olurdu kim bilir? şimdi eve gidiyorum; akşam olmak üzere. her gün ne yaparım ben? günlük bazı alışkanlıklarım olduğunu; bunları yapmadan yaşayamayacağımı söylerim kendime; ve olsaydı, bir arkadaşıma. oysa bu doğru değildir. yaptığım benzer işler rastlantı ya da dalgınlıktır - başka değil. her sabah üzümlü kek yediğimi sanırım, ve birine söyleyebilseydim, böyle derdim: "ben her sabah üzümlü kek yerim; o kadar." karşımdakinin özelliğime, şaşmazlığıma...hayreti hoşuma gider. bu nedenle birisiyle yaşamak korkunçtur. geldiğinde üzümlü kek yemediğimi anlamasın diye, her sabah yemeye başlarım. etken taraf ben olduğum için, o da yemeye başlar. oysa iki üç gün sonra, zeytin peynir burnunda tüter, ve dördüncü ün beni terkeder. 'oh' derim, benim de içim bayılmıştır. o kendi evinde, ben kendi evimde , birbirimizden habersiz, zeytin yemeye , avucumuza tuz döküp yalamaya başlarız. biraz aklı varsa (çok değil), ilk fırsatta, benim şeklimde bir kek yapıp fırına sürer. yakmaktır amacı; ama bunu kendine itiraf etmez, 'dalgınlık' der.
(kambur, s.24)

ve nina simone ile björk.

nina simone hakkında "kim ki o?" sorusuna, buradan ve buradan cevaplar bulunabilir.

björk'ün son işlerini hiç beğenmiyorum hatta onlardan nefret ediyorum. bu sene istanbul'a gelecekmiş; ama gitmeyeceğim. sahneye bir güneş enerji su deposu ve bir rende ile çıkacağından korkuyorum doğrusu!

işte nina simone'dan "four women" isimli şarkı:



hatta şarkı sözlerini de ekleyim:

My skin is black
My arms are long
My hair is wooly
My back is strong
Strong enough to take the pain
Its been inflicted again and again
What do they call me
My name is aunt sarah
My name is aunt sarah

My skin is yellow
My hair is long
Between two worlds
I do belong
My father was rich and white
He forced my mother late one night
What do they call me
My name is siffronia
My name is siffronia

My skin is tan
My hairs alright, its fine
My hips invite you
And my lips are like wine
Whose little girl am i?
Well yours if you have some money to buy
What do they call me
My name is sweet thing
My name is sweet thing

My skin is brown
And my manner is tough
Ill kill the first mother I see
Cos my life has been too rough
Im awfully bitter these days
Because my parents were slaves
What do they call me
My
Name
Is
Peaches

björk'ün en sevdiğim parçası, 'venus as a boy'u aynı zamanda "bir adaya düşsem yanıma alacağım yüz şarkı" arasına rahatlıkla koyacağım gibi, "hayır, yüz şarkı alamıyormuşsun, sadece on şarkı alabilecekmişsin" durumunda işte o ilk on listeme de rahatlıkla alırım. işi delirtme noktasına getirip, "yok yok.. sadece üç şarkı" derlerse, hiç düşünmem ilk üç listeme de alırım. manyaklığın artı ve eksi sonsuz düzlemde uzaması durumunda, "yoook! tek şarkı alabilecekmişsin yanına!" derlerse, işte o zaman the chemical brothers'ın 'star guitar' parçasını tercih edeceğimden "tamam yahu! almıyorum yanıma!" demek zorunda kalırım....


pas: bence de, flynxs , sıfır noktası ve cevval portakal

devamını göster

11 Nisan 2008

acaba fotosentez makinesi yapılabilir mi?

herkesin bildiği bilim ve teknik dergisinin web sitesinde merak ettikleriniz diye bir bölüm var. kalkıp, "yuh bu da sorulur mu" demiyorlar ciddi ciddi cevaplıyorlar her soruyu. şimdiye dek 5323 soru cevaplanmış...

sorular çeşit çeşit; bazıları benim de merak ettiğim şeylerle ilgiliydi. bununla beraber bir çok soruyu anlamadım bile: matematik ve fizik konuları işte.. yani aklında bir soru var, ve tübitak'ın yetkililerine soruyorsun; daha ötesi yoktur her halde?

"civcivler geğirmezmiş"
"hadi len"
"gerçekten... bilim teknik'in son sayısında okudum"

işte bir konu daha kapandı. adamlar "budur" dediler mi olay bitiyor. ama insanın aklına ne sorular geliyor! 5000 sorunun büyük bir çoğunluğu oldukça bilimsel dertler, muhtemelen öğrenciler soru sormuş? üçgenler, formüller, ışığın kırılması, atomun yapısı falan filan... benim dikkatimi, daha özel sorular çekti. yok, derdim şurdan üç beş komik soru bulayım, maksat geyik olsun değil...

şu komik değil mesela:

-Merhabalar; 15 yaşındaki kızım havadaki molekülleri gördüğünü söylüyor.Böyle birşey mümkün mü?ya da bu konuyla ilgili nereye başvurabilirim.Teşekkürler

-Metrenin milyarda biri (nanometre) ölçeklerindeki molekülleri bırakın gözle görmeyi,sıradan mikroskoplarla bile görebilmek olanaksız. Sanırım kızınız gözünün önünde uçuşan noktacıklardan söz ediyordur ki, bu ciddi göz hastalıklarına işaret ediyor olabilir. Bir göz doktoruna göstermenizi öneririm.
ama bu soru beni güldürdü:

-Koltukta otururken başımızı arkamızı görecek kadar arkamıza doğru (kafamız sırtımıza gelecek şekilde) eğdiğimiz zaman çevremizdekiler 'Yapma gözün akar.' diyorlar. Peki böyle bir şey var mı?

-Kafamızın bu şekildeki bir hareketi neticesinde gözde akma olmaz.
işte insanın aklına mutlaka bir şey takılıyor... dediğim gibi; soruları genellikle oldukça ciddiye alarak ve detaylarıyla cevaplamışlar. tabii genellikle: biltek.tubitak.gov.tr sitesine soruya gelen ilk cevaptaki mizahi yaklaşım ve akabinde "şu soruyu bir de düzgün cevaplayalım" diye ikinci bir cevabın eklenmiş olması üstelik soruyu soran ile ikinci cevabı verenin aynı soyadını paylaşıyor olmaları pek eğlendirdi beni... soruyu ben sana sorsam "yahu bu da soru mu?" dersin... yani tübitak'a sorulacak soru mu! ama cevap tatmin edici:

-Yıkanan giysiler neden küçülür? (Deniz Tozar)

-Sayın Tozar,

Büyük sosyal sorunlara yol açan bu olgunun yanıtı, uzun ve kapsamlı araştırmalardan sonra nihayet bulundu. Yıkanan giysiler kendi hallerine bırakılırsa küçülme eğiliminde değildirler. Ancak anneler, babalarının giysilerini çok sevdikleri çocuklara hediye etmek için, çamaşır makinesinin suyunu kaynama noktasına getirirler (bkz: çoraplar niye küçülür?) ya da kazakları santrifüjle kuruturlar ki, yıkama suyundan sonra yünün içinde doğal olarak bulunan su da çekilsin.

Annelerin, babaların giysilerine uyguladıkları başka yöntemler için "Çamaşır suyu kullanma tekniklerini açıklar mısınız?", "Beyazı nasıl pembeye çevirebilirim?", "Siyah kumaşı nasıl leopar desenli yapabiliriz?" sorularının yanıtlarına bakabilirsiniz.

Saygılarımla,
Raşit Gürdilek

-Değindiğiniz çok yönlü konunun, yukarıdaki gerçekçi toplumsal irdelemesine bir-iki satır daha eklemek gerekirse:
Kumaşların dokusundaki lifler, suyu emdiklerinde şişerek kalınlaşırlar.Ancak şaşırtıcı olan, lifler şişip genişledikleri halde kumaşın kendisinin çekmesi (tabii bütün kumaşlar ve bütün koşullar için geçerli değil.) Kumaşın küçülmesi, yani çekmesi, aslında oldukça karmaşık bir kimya ve etkileşimler bütününü içeriyor. Kumaş içindeki liflerin tek yönlü olmayıp birbirlerini açılar oluşturarak kesmeleri de işi iyice karıştırıyor.
Açıklamalardan biriyse, liflerin enine şişmesinin sonucu olarak, boylarının kısalması. Ama bu kurallar bütünü neden hep babaların kazak ve çoraplarını etkiliyor, işte bunu daha kimse çözemedi...

Zeynep Tozar
bir de genellikle geyik muhabbetlerinde insanın karşısına çıkan bildik sorular var. işte artık aşağıdaki başlıklarda geyik yapan birini görürsen, dan diye yüzüne vurabilirsin işin "gerçeğini"! "bilim ve teknik" ve "tübitak" referanslarını vermek koşuluyla tabii:

-Hamamböcekleri neden atom bombasından etkilenmez?

-Hamamböcekleri, kınkanatlılar olarak bilinen böcekler grubunun üyeleri. Bu şubenin özelliği, üstteki kanat çiftinin, kitin içeriğince zengin bir hale gelerek sert bir yapı kazanmış olması. Öyle ki, "kın" halini alan üst kanatlar, böceği dış ortamdaki çoğu olumsuz koşuldan koruyor. Bu sayede, çoğu kimyasal madde, bu böceklerin yumuşak vücut kısımlarına erişemiyor ve onlara zarar veremiyor. Ancak atom bombası, aynı zamanda, kitin yapıya zarar verebilecek düzeyde yüksek bir ısı da açığa çıkarıyor. Yani hamamböcekleri aslında, olasılıkla diğer tüm canlılar gibi atom bombasından etkileniyorlar.

***
-Doğuştan görme özürlüler rüya görür mü?

-Bütün insanlar rüya görür. Yani doğuştan görme özürlüler de rüya görür. Bildiğimiz gibi görme yeteneğini kaybeden bir insanın zaman içinde diğer duyuları oldukça gelişir, hatta kimi uzmanlar tarafından "süper duyu" olarak adlandırılırlar. Görme özürlü insanlar günlük yaşamda bu duyularla algıladıkları şeyler sayesinde rüyalarında koku, ses, dokunma gibi hislerin ağırlıkta olduğu deneyimler yaşarlar. Fakat görme özürlü insanların gördükleri rüyalar "görsel" öğeler içermeyebilir. Bu da onların ne zaman kör olduklarıyla yakından ilintilidir. Eğer bir kimse görme duyusunu 5 yaşından önce kaybetmişse (doğuştan görme özürlülük de buna dahil), bu kişinin rüyalarında görsel öğeler bulunmaz. Tabi bu konuda çok az sayıda istisnalara rastlanmış. 1928 yılında Hollanda'da yayınlanan bir raporda, görme duyusunu 5 yaşından önce kaybetmiş 6 ilkokul öğrencisinin rüyalarında çok az da olsa görsel öğeler bulunduğu belirtilmiş. Ama bir insan doğuştan görme özürlüyse rüyaları kesinlikle görsellik içermiyor. Görme duysunu kaybettiğinde 5-7 yaşları arasında olan bir kişinin rüyalarında görsellik olabilir de olmayabilir de. 7 yaşından sonra görme duyusunu kaybeden bir insan ise ne kadar uzun süre ve ne kadar çok şey gördüğüyle orantılı olarak rüyasında görüntülere rastlayabilir.
Uykunun REM (rapid eye movement-hızlı göz hareketi) evresinde görme özürlü insanlarda gözlerin hareketinin ya çok az ya da hiç olmadığını da ekleyelim.

***
-Balıklar su içer mi? Pullarının bundaki etkisi nedir? Cevaplarsanız sevinirim.

-Yaşamın kaynağı olan su, canlıların vücutlarında değişik oranlarda bulunur. Bu, suyu tüm canlılar fizyolojik olarak kullandığı anlamına gelir. Buna su içinde yaşayan canlılar da dahil. Sorunuz cevabı evet. Balıklar su içerler. Biraz daha açarsak, balıklar tatlı ve tuzlu sularda yaşayanlar olarak da ikiye ayrılır. Tuzlu su bilindiği gibi yüksek konsantrasyon olan bir ortam. Balık vücuduna bu ortama göre daha az konsantredir. Bu durumda balık vücudundan dışarıya doğru bir su çıkışı olur. Tuzlu sularda yaşayan bunu dengelemek için devamlı su içmek zorundadırlar. İçtikleri tuzlu sudaki fazla elektrolitleri de solungaçlarından dışarı atarlar. Bu çok fazla enerji gerektiren bir işlem olduğundan tuzlu su balıkları elde ettikleri suyu daha iyi kullanmak için, böbreklerinden atılan su miktarını en aza indirir. Tatlı sulardaysa bunun tam tersi bir durum oluşur. Tatlısu balıklarında vücut konsantrasyonu dışarıya göre daha düşük olur. Bu durumda dışarıdan içeriye fazla su girişi olur. Tatlısu balıkları da bu fazla suyu dışarı devamlı dışarı atmaya çalışırlar. Balık pulları vücuda deriden su girişini önlemede de rol alırlar. Bunların boşaltımları tuzlusu balıklarına oranla çok fazladır. Bunun yanında bazı türler bu değişikliğe çok iyi uyum sağlamışlar. Örneğin köpekbalıkları ve vatozların vücut konsantrasyonları deniz suyuna yakındır. Böylece suyu dışarı atmak herhangi bir enerji harcamak zorunda kalmazlar. Bunun yanında yılanbalıkları ve ringalar, yaşamlarının bir bölümünde tatlı suya, bir bölümünde de tuzlu suya girerler. Bunların vücutlarındaki su dengesinin sağlanması da her iki durumda çalışabilecek biçimde özelleşmiştir.

***

-Kargaların ortalama ömrünün yaklaşık 200 yıl olduğunu duydum. Bunu kargalar nasıl başarıyor? Eğer bu doğruysa her yerde karga olmaz mıydı?

Doğada vahşi olarak yaşayan kargalar en fazla 13-14 yıl kadar yaşarlar. esaret altındaysa 40 yıldan fazla yaşayabilirler. İngiltere’den verilen bir kayda göre kargalardan bir tanesi 80 yıl kadar yaşamış. Bilindiği gibi kuşlar esaret altında iyi bakılırlarsa normal yaşamlarında çok daha fazla yaşayabiliyorlar. Doğada koşullar her zaman daha zordur. Yiyecek bulması, barınması ve yırtıcılardan korunması için devamlı dinç olmak durumunda. Zaten direnci azalmaya başladığından ya yiyecek bulmakta zorlanıyor, olumsuz hava koşullarından kolayca etkilenebiliyor. Bunun sonucunda da doğal seleksiyona uğrayıp yerini başka bireylere bırakıyor

***


Böğ için dünyada en zehirli ve en büyük örümcek diyorlar tamam bunu anladık ama bundan korunmanın yolu ne?(doğal yollar ile)

Bö ya da böğ örümceği olarak bilinen bu tür, Solifugae takımının bir üyesi ve sanılanın aksine aslında zehirsiz bir tür. Ancak, kendilerini savunmak için insanları ve diğer canlıları ısırabiliyorlar ve bu da can yakabiliyor. Dolayısıyla, böğ hakkındaki bilgileriniz hatalı. Zehirli olmadığı gibi, dünyanın en büyük örümceği de değil. Hatta, bu canlı gerçek anlamda bir örümcek de değil. Köşemizde daha önce bu türle ilgili çeşitli soruları da cevaplamıştık.


yaşı küçük ama ufku geniş bir dolu insan kişisi var; ilginç projeleriyle ilgili sorular soran:

-Acaba fotosentez makinesi yapılabilir mi?Ben tasarım yarışması için yapmaya çalıştım ama çok eksiğim var.12 yaşındayım.Küresel ısınmayı ve etkilerini en aza indirmek istiyorum.Bana yardım eder misiniz? Şimdiden teşekkürler.

Yeni makineler genellikle yeni gereksinimler sonucunda ortaya çıkarlar.Küresel ısınma da yerküremizde birçok yeni gereksinimlere yol açtı.Küresel ısınmanın etkilerini azaltmak için yapay yolla fotosentez yapmak ilginç bir fikir.Böyle bir makineyi yaparken bitkilerin fotosentez süreçlerinin nasıl gerçekleştiğini ve bunun ne kadarının taklit edilebileceğini iyi takip edin.Bir yaprağın içinde ne var, fotosentez yapan bitkiler bunu hangi süreçte gerçekleştiriyor gibi sorular sorarak başlamanızı ve bu soruların yanıtlarına göre tasarımınıza yön vermenizi öneririz.Bir de şunu unutmamak gerek, fotosentez yapacak düzeneğin gereksinim duyduğu enerji, son aşamada doğaya atık bırakmamalı. Tasarımınızın sonuçlanmış halini biz de merakla bekliyoruz.

***

-Gündüz kameraya çekilen güneş ışığı, akşam bitkiye gösterilerek fotosentez yaptırılabilir mi?

-Kamerada fotoğraf ya da film/video, cisimlerden yansıyan elektromanyetik tayfta insan gözünün duyarlı olduğu "görünür (optik) bölge" aralığındaki güneş ışığının kameradaki film üzerindeki emülsiyon tabakası üzerinde kimyasal değişiklikler yapmasıyla, ya da sözü edilen dalgaboylarındaki ışığın şiddetinin elektronik algılayıcılarda belirli bir değer verilerek kodlanmasıyla oluşur.

Bunlar edilgen süreçlerdir. Güneş ışığı, yıldızımızın merkezinde muazzam kütleçekim baskısı ve 15 milyon derece sıcaklıklarda gerçekleşen nükleer tepkimelerin bir ürünüdür ve bu ışınım, aralarında gözlerimizin duyarlı olduğu görünür bölge de dahil olmak üzere farklı dalgaboylarında salınır. Güneş ışığını yapay olarak üretmek, ancak çok pahalı aygıtlarla donatılmış laboratuvarlarda büyük enerji düzeyleri elde edilerek sağlanabilir.

Sorunuzun yanıtında kritik nokta, kameralarımızın yalnızca görünür bölgedeki ışınımı (optik ışığı) algılayabilmesi (ve bunu yansıtmaması). Oysa bitkilerin fotosentezde yararlandıkları, güneş ışığı içinde bizim algılayamadığımız bir aralıkta bulunan Morötesi (UV) ışınım. Bu ışınımın bir bölümü, bildiğimiz floresan lambalar tarafından da yayılabildiği için, sevdiğiniz bitkinizi güneş ışığı olmadığı durumlarda floresan lamba altında tutmak, daha garantili ve ucuz bir yöntem.

Düşünün; süpermarketlerde satılan o narin çiçekler, bitkiler, fideler, hiçbir pencerenin bulunmadığı, yalnızca yapay ışıklandırmayla aydınlatılan koca mekanlarda nasıl canlı kalabiliyor?
şu aşağıdaki soru da fatih solmaz için:

Klavyede F ve J harflerinin ayrıca telefonlarda da 5 numarasının üstünde neden kabartma vardır?

Bu kabartmalar görme engelli insanlar için düşünülüp konmuştur. Tuşların üzerinde ne yazıldığını göremeyen kişiler, bu kabartmalara dokunarak hangi tuşun nerede olduğunu anlayabilirler. Tuş dizilimi standart olduğu için kabartmalı tuşlar ve çevresinde yer alanlar bu şekilde kolayca dokunularak
anlaşılabilir.

devamını göster

09 Nisan 2008

eşşek kafalı maymun*

argo ya da küfür kullanımına karşı değilim; özellikle duruma, olaya cuk oturan, zeka kokan kullanımlarını seviyorum bile. ama bir noktalama işareti gibi kullanılması yani ağıza yapışması pek hoşuma gitmiyor. özellikle yaşlı insanların küfürlü konuşması çok komiğime gider örneğin; huysuzlardır ve ağızlarından bal damlar bazılarının.

benim gibi televizyonla, radyoyla hatta okuduğu gazete-dergiyle "konuşan" bir dolu insan vardır. bunun bir psikolojik bozukluk olduğunu zannetmiyorum. bu "konuşma" da genellikle argo kelimeler seçilerek gerçekleştirilir. özellikle tartışma, haber programlarında bir çok evden bir çok küfür güzel atmosferimize yayılıyordur bundan hiç şüphem yok.

komik aslında, düşünsene kelli felli ciddi bir adamsın, ya da başbakansın, "önemli" bir konuda düşüncelerini ifade ediyorsun, karşındaki adamlar pür dikkat ciddiyetle seni dinliyorlar. o sırada bu yayını izleyen pijamalı, ayak parmaklarıyla oynayan biri senin her cümlenden sonra küfürü yapıştırıyor. ünlü olduysan, bu durumu kabul edeceksin çünkü benzer şeyi sen de yapıyorsundur.

argo denilince insanın aklına hep cinsel içerikli şeyler geliyor; oysa argo sadece cinsel hayatla ilgili tehtitkar ifadelerden oluşmaz. karşında konuşan birine "sus lan cülük!" dediğinde, insan buna çok bozulur. oysa "cülük" nedir, civciv'dir yahu! hayır, ben de olsam bozulur ve o cülüğü açılmadan iade ettiğim gibi, bir kademe daha yıpratıcı bir şey bulurum, cülük yalnızlık çekmesin diye... işte, kimin ne zaman, ne maksatla söylediği de önemli; bir arkadaşıma "geri zekalı" gibi bir şey söylemiştim ve "yahu çok içten söyledin, bozuldum" gibilerinden bir reaksiyon vermişti; oysa "geri zekalı" normalde birbirimize sarf ettiklerimiz yanında o kadar "masum" kalır ki!

genellikle mizah dergilerinde açığa çıkan ve "ben espirili ve geniş bir kişiyim" derdindeki insan kişilerinde vücut bulan, "her boku küfürle anlatma, olur olmaz küfür etme" durumu ise genellikle çok sıkıcı. nasıl ki bazı durumlarda argo-küfür kullanımı cuk oturuyorsa, bazı durumlarda da çok "bantla tutturulmuş" gibi duruyor.

beyazıt öztürk'ün bir filmi vardı, ismini hatırlayamadım şimdi, ordan bir sahne görmüştüm; beyazıt öztürk'ün oynadığı karakter sanırım fırlama gibi bir şeydi. bir arkadaşına, beraber olduğu kızla cinsel ilişkiye girip girmediklerini, "n'oldu, şey'aptınız mı?" diye soruyordu. (tamamen atıyor da olabilirim ama ben böyle bir şey hatırlıyorum) yok artık! işte orada, o soruyu kimse öyle sormaz! filmlerde "gerçekçi" diyaloglar sanırım "gemide" filmiyle en net halini aldı. her "eşşoğleşek"e gülen, "a! canlı yayında bok dedi" diyen ama çatır çatır argo konuşan insanlar, böylece bir kademe atlamış oldular.
(bu konuda en ufak bir araştırma yapmış değilim, bu sefer kesin atıyorum) cem yılmaz'ın da dediği gibi; bir çanta kokainden bahseden mafya elemanları illa ki "bip"li konuşacaklar; yoksa maksadını aşan bir komediye dönüyor tüm o ciddi ifadeler.

(*)aslında bir mim pası geldi bana, cevval portakal'dan. onun pasını görmezden gelmek istemedim ama mim'e de katılmak istemedim. gerçi "argo" kullanmakla ilgili yazmak istiyordum, o yüzden isabetli de oldu ama en başta, "fak dis layf" sözü(!) pek bir "hadi leeen, git kumda oyna" hissi uyandırıyor. belki de günümde değilim: ben de cevval gibi bu konuya eğlenceli bir şekilde yaklaşabilirdim? bu çelişkili durumdan, bu şekilde sıyrılmaya çalışıyorum.

devamını göster

08 Nisan 2008

Zachary Flagg Baldus

uzun zamandır gördüğüm en etkileyici görselleri yapmış bu kişi. çok sade (?) bir sitesi var, "işte bunları ben yaptım" demiş ve bırakmış sanki. o kadar. neredeyse hepsini çok sevdim...









































devamını göster