30 Aralık 2008

pardon...

bir davranışının yanlış olduğunu anlayan insan kişisi, kendini affettirmek için öncelikle özür diler; sonra mümkünse hatasını telafi eder ve hayat devam eder. bu durumda o insandan beklenen şey, benzer "hatalı" davranışı tekrar göstermemesidir. yani "özür dilemek" yeterli değildir; bozulan durum olabildiğince düzeltilmeli ve benzer hata tekrarlanmamalı...

huysuz çocuk arkadaşına zarar verir ve olay ailelere yansıdığında aile büyüğü çocuğu adına özür diler çünkü "huysuz bebe" özür dilemek istemez; işte onun adına özür dileyen aile büyüğü, eve gidince o bebeye dersini vermelidir ki bebe bir daha yaramazlık yapmasın! yoksa ne anlamı kalır ki? ama işin doğrusu, uygunu, elbette hatayı yapanın bizzat özür dilemesidir: bu onun bir hata yaptığının farkında olduğunu gösterir ve elbette "anlamlı" bir başlangıçtır, daha huzurlu günler için...



"tek seferde en fazla insan öldüren kişi" rekorunu(!) elinde tutan paul tibbets, 6 ağustos 1945 günü yaklaşık yetmiş bin (70 000) kişi öldürdü:

atom bombası hiroşima üzerinde patladığı ilk anda 70.000 kişi 'buharlaştı...' kasıma kadar geçen iki aylık sürede 60.000 insan radyasyondan öldü. onu takip eden beş yıl zarfında 65.000 japon daha, vücutları mutasyona uğramış bir biçimde, büyük acılar çekerek öldüler. toprak ve bitki örtüsü kavruldu. nehirler zehirlendi. kentin üzerine haftalarca kara asit yağmurları yağdı!..
(eksi sözlük)

steven spielberg'in, alt yazılarını hazırlama işi "tam bir yetersiz"e emanet edilmiş (film boyunca "özel ryan" yazısını görmek berbat; "hadiyin" diye bir türkçe ile tacize uğramak tam bir felaket) "er ryan'ı kurtarmak" filminin kutu-seti versiyonunda, "price for peace" isminde, ikinci dünya savaşında amerikan - japon mücadelesini konu alan bir belgesel var. paul tibbets bu belgeselde gayet rahat bir halde, sadece görevini yaptığını, pişman falan olmadığını açık açık anlatıyor. askerler öyleler işte; "emir" varsa işin içinde sıyrılıveriyorlar zaman zaman insanlıktan! kimse uçurmaya yanaşmasa o uçağı, başkan truman mı atlayıverecekti pilot kabinine? işte bu çok şaşırtıcı geliyor bana; "emir öyleydi, yapmak zorundaydım" hayır yahu, küçük bir vicdan muhasebesi yeterli; gerekirse kendi hayatı pahasına karşı çıkmalıydı o göreve. uçağıyla beraber okyanusa dalıp gitseydi "şerefli bir kahraman" olarak tarihe geçmez miydi? (hangi tarihe? adamın ismi amerikan "milli güvenlik" (?) ders kitaplarında aynen öyle geçiyordur belki de?)

şimdi tüm pilotlar özür dilesin? çok saçma gelmiyor mu kulağa? hatta amerikan hükümeti özür dilese ne olacak; her sene yeni bir katliamı ya bizzat yapıyorlar ya da arka planda bulunmak suretiyle dolaylı olarak...



her gün (ya da herhangi bir zaman diliminde) yüzlerce, binlerce masum insanın öldüğünü, öleceğini düşünmek, yaşayan "masum" insanları çok rahatsız ediyor ve herkes elinden geldiğince bir şeyler yapmak istiyor. "özür dileme" kampanyaları düzenliyorlar ya da "özür dilensin" kampanyaları... ama (artık özür dileme aşamasını çoktan geçmiş) "sorumlu güçler" boktan cinayetlerine devam ediyorlar. kendileri de cinayetlere bulaşmış devletler, olan bitenlere seyirci kalma yolunu seçiyorlar. dün soykırıma uğramış, tarifsiz acılar çekmiş halkların yöneticileri bu gün soykırımlara neden oluyorlar. bununla beraber, muhtemelen bu gün katledilenlerin torunları da el ele verip birilerini katledecekler!



yine aynı belgeselde (price for peace) beni şaşırtan şeylerden biri de, ikinci dünya savaşı esnasında japon asıllı amerikalıların durumuydu. pearl harbour baskınından sonra "çoluk çocuk fark etmez tüm japonlar ölmeli" gibisinden bir nefret duygusuna bürünen amerika, ülkesinde yaşayan japon kökenli vatandaşlarını toplama kamplarına sürmüş. bir kısım japon asıllı delikanlı da "japonlara karşı" savaşa gitmiş; üstelik "amerikan vatandaşı statüsünü kaybetme korkusu" gibi motivasyonlarla... sırf amerikalı askerler tecavüz, işkence etmesin diye kendi çocuklarını (ve kendilerini) yüksek tepelerden atan; benzer korkularla kendi annesinin başını kayayla ezen japonların karşısındaki orduda bulunan "japonlar" hangi kimlikteydiler? elbette: amerikan vatandaşı! japonlar için "onur" "şeref" gibi kavramların çok önemli olduğu söylenir; ne saçma şey; "insanım" diyen herkes için çok önemlidir o kavramlar... peki amerikan ordusuna katılmış, "cephede amcamla karşı karşıya gelmekten korkuyordum" diye o günleri anlatan japon asıllı amerikan "şerefsiz" mi? sanırım hayır; sadece kendi dünyasını savunan bir insan. çünkü "milliyet" bir insanı "insan" yapan bir şey değil. "tüm" araplardan, türklerden, ermenilerden, yahudilerden, müslümanlardan, hristiyanlardan, amerikalılardan, ostrogotlardan, uzaylılardan "nefret" etmek (ya da tersi: çok sevmek) bana fazlasıyla "şiirsel" oldukça da gereksiz geliyor...

israil hükümeti "insanın ne olduğunu" ve aynı zamanda "aslında ne olmaması gerektiğini" çok açık gösteriyor: bu pislik sürekli öldürecek! dün öldürülen, bu gün öldürecek; bu gün öldürülen yarın öldürecek!

devamını göster

29 Aralık 2008

resimli tişört

uzun yıllar boyunca üzerinde en ufak bir görsel şey (marka logosu bile) bulunmayan tişörtleri tercih ettim. ne zamandan beri? heavy metal'den başka bir şey dinlemediğim o yıllardan beri: iron maiden, tankard, metallica tişörtleri neyse de, kıçlarında kocaman deliklerle kaçışan kedilerin ve ortada prezervatif takılı dev bir aleti olan iğrenç bir farenin bulunduğu ("kitty...kitt...kitty" yazıyordu sanırım bir yerinde de) dehşet verici tişötten sonra, artık bu konuda en son noktaya geldiğimi düşündüm sanırım. tüm evrenin sırrını çözen adamın (kim ki o?) "hiç bir şey bilmiyorum" demesi gibi bir şey bu!

ama bir süre önce ( 3 beş sene) bir arkadaşımla zara isimli mağazaya girdik, arkadaşımın gazıyla, parak mavi ve üzerinde "the end" yazan (kovboy filmlerinin sonundaki gibi; o yazı karakterinde hani) bir tişört aldım ve büyü bozuldu. artık ben de normal insanlar gibi üzerinde şu ya da bu görseller olan tişörtler giyebilmeye başladım.

glenn jonez, tişört satıyor; glennz isminde "tükkanı" bile var. golf umrumda olan bir şey değil ama esher çağrışımlı yukarıdaki tişörtü beğendim. öyle, o kadar ama; beğendiğimle kalacak... ama sen istersen istediğini alabilirsin; elbette... her neyse, aslında bir grafiker ve işlerinden bir kısmını seçtim, beğenirsin diye alt alta dizdim... bakalım ne olacak?





















devamını göster

17 Aralık 2008

oda gezisi

bedroom in arles, benim için oldukça özel bir resim. bir zamanlar bu "odayı" (flash isimli program aracılığıyla) interaktif (gibi) bir hale getirmiştim; işte pencere, çekmece açılıyor, yatakta biri oturuyor; döşemeden böcekler fırlıyor falan filan... oda.gezisi.com isminde bir site hazırlayıp, bunu yayınlamıştım hatta. ancak "ücretsiz servis veren" bir yerde barındığından, onlar kapanınca bu site de kapanmıştı. daha sonra toplamda 17 flash parçadan oluşan bu oyunumsu şeyi, bilgisayara kurulabilir bir hale getirmiştim. kendi halinde basit bir şey işte, hem de çok acemice yapılmış... 

vincent van gogh, ilk resim hasar görünce, odasının resmini iki kere daha yapmış. bu resimlerden birisi 1888 yılında yaptığı, amsterdam van gogh müzesinde bulunan, daha çok sevdiğim versiyon. diğeri de, 1889 yılında yaptığı; paris'te, orsay müzesinde... 

çoğunluğunu deviantart'dan bulduğum aşağıdaki versiyonlarda, diğer derlemelerdeki gibi çok çeşitlilik ve farklı yorumlama bulunmuyor. ne yapayım; olduğu kadar...

 


 

 

 
(teagan, bebe, sekiz yaşındaymış)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
(oda tasarımı - key west sanat müzesi)

 
(? bir müzeden oda tasarımı)

 




devamını göster

15 Aralık 2008

ayakkabı fırlatma teknikleri


hayatta ne zaman nerede kime ayakkabı fırlatman gerekeceğini bilemezsin o yüzden hazırlıklı olmakta fayda var.
hiç şüphesiz, öncelikle iyi bir ustaya, öğretmene ihtiyaç vardır ve bu tür bir iş için en mükemmel insan, en az iki adet sekiz on yaşlarında, yaramaz çocuk sahibi bir "ortalama anne"dir. özellikle hızlı hareket eden küçük cisimleri vurmada kendini geliştirmiş bu mubarek insandan "hızlı terlik çekme" (önce terlik; zamanla ayakkabı...), "hedefe derhal odaklanma" ve "isabetli atış" dersleri almak gerekiyor.
tüm bu tekniklerde (ve terliklerde) zaman içinde ustalaştıkça, kısa sürede iki ayakkabı birden atacak düzeye gelebilirsin. (neden iki ayakkabı sorusunu gözardı ediyorum)

devamını göster

11 Aralık 2008

renk ses

ten kens, kanada'lı bir rock grubu. spanish fly isimli şarkılarının videosudur aşağıdaki. myspace sayfalarından üç dört şarkıları dinlenebiliyor. bearfight isimli şarkının videosu da güzel.


 

devamını göster

09 Aralık 2008

batman ve patlayamayan bomba

dark knight'ı daha yeni izledim; evet "joker" süper; buna ekleyeceğim bir şey yok. batman de süper; varoluşu gereği!

bir süre önce ölen (evet öldü o) batman, bilindiği gibi bir çizgi roman karakteri ve bir çok kere sinemada da kendini gösterdi. müziğini prince'in yaptığı, tim borton yönetimindeki 1989 yapımı "batman" isimli filmde jack nicholson "joker" rolündeydi. o film, eğlenceli bir filmdi, o zamanların "çizgiroman uyarlaması" anlayışına uygundu. ama bu son iki batman, yani christopher nolan'ın çektikleri, batman'e öyle bir karizma verdi ki, tim burton ve jack nicholson "sadece çocuklar için" birşeyler yapmış gibi bir pozisyona düştüler. (aslında öyle de?)

memento gibi, çok sevdiğim ve şüphesiz çok seveni olan bir filmi yapmış bu adamın "batman"e takılıp kalmasından rahatsızım; işin doğrusu budur. arada "prestige"ini korumak adına "başka" filmler çekmesi kurtarmıyor bu durumu. neden ama, batman düşmanı mıyım? hayır, bana ne, tamam, işin gerçeği, hiç ilgilenmiyorum batman ile; ben silver surfer, conan, rom, hulk severdim ama onlarla ilgili çekilmiş/çekilecek filmlere karşı da hiç bir sempatim yok. şudur ki; 1966 yapımı batman'den, "sanki mel brooks çekmiş" diye düşündüren aşağıdaki sahneyi izledikten sonra, o kadar karizma bu tipe fazla diyesim geliyor.

(yahu o nasıl bir bandodur, sadece üç kişiden uydurulmuş, abuk sabuk yerlerde gezinen!)

devamını göster

05 Aralık 2008

eric fortune

eric fortune 1976 yılında ohio'da doğmuş; kendini bildi bileli resim çizmeye karşı bir merakı varmış. hep öyle olur zaten; birden ortaya çıkar mı bu tür yetenek? belli olmaz aslında çıkabilir de? sanatçı kısmının (ve aslında her insanın normal olarak) ev çevresinde şekillenmeye başlaması şaşırtıcı değil; bazıları bunu özellikle vurgulamaktan çok hoşlanır. aslında bir bok beceremeyenler yapar bunu, maksat "inandırıcı" olmak sanırım. ülkemizin kötü şarkıcıları, "evde müzik eksik olmazdı" falan derler ya...

web günlüğünün güzel yanlarından biri de kimsenin "yahu ne ilgisi var, bahsetsene sanatçıdan falan ne geyiği bu!" demeye hakkının olmaması; serbest çağrışım yazabiliyorsun istediğin gibi... öyle ama, tamam adamın resimlerini çok beğendim ama yok ki o kadar resim bilgim resimlerini analiz edeyim (olsa da yapmam öyle bir şey) ya da şurda şu ödülü almış, küçükken at ısırmış, en sevdiği yemek mücvermiş, sol elinde yedi parmak varmış, kendisi hakkında abuk sabuk uydurma bilgilerden nefret edermiş falan filan gibi şeyleri araştırıp yansıtayım? sanırım öylesi çok sıkıcı olur; en azından benim için...

bu arada lafı sadece üst soldaki resim daha düzgün görünsün, diye uzatıyor olabilirim. takıntı işte. evet, bu paragrafı aklıma öyle bir şey geldiği için yazmaya başladım, itiraf ediyorum!

bak ne güzel şeyler çizmiş...
















devamını göster