18 Ocak 2009

hop!

manyak mıdır nedir; bulduğu ilk fırsatta kendini aşağı bırakıyor! daha bebeyken atmaya başladı kendini, gözünü kestirdiği yüksekliklerden ve evet yahu, akıllı da, öyle düşüp de gebermiyor da, lök diye konuyor sanki; tek bir çizik bile yok! her seferinde biraz daha uzmanı oluyor düşmenin, düşüp de ölmemenin! bana kalırsa insanın sürekli ayakları yere basmalı; normali o değil mi?

yaklaşık on sene önceydi, uyandı her zamankine benzer bir sabah, aynanın karşısına geçti, yüzünü yıkayacak, dişlerini fırçalayacak… çok alçaktan bir uçak mı geçti, ne oldu bilmiyorum ama bir sarsıntıyla çıktım içinden. sağduyusuz kaldı böylece. meğerse benim bir kişiliğim, benliğim varmış! pırt diye var oldum; ondan bir parça olduğumu bilerek ama artık ondan ayrı olduğumun da farkında olarak.

o devam etti ama, yüzünü yıkadı, dişlerini fırçaladı, hiç hissetmedi o an kendinden bir şeyin bağımsızlığını kazandığını ve bağımsızlığını kazanır kazanmaz kendisini terk ettiğini! “evet, aynen böyle olur işte; seninle sonsuza kadar beraber olacak değilim” dedim kendimi biraz inceledikten ve her şeyimi çok beğendikten sonra.

ondan ayrı bir varlığım vardı ama ondan fazla uzaklaşamıyordum. ben ayrıldım ayrılalı iyice sapıtmıştı ama… gözü hiçbir şey görmüyordu! aslında çok sonra sordum kendime, “neden hala şu manyağın etrafındasın?” diye. bir cevap bulamadım; belki de o kadar da bağımsız değildim?

fırsat kolluyordum, kendini bırakacaktı boşluğa ve en azından bayılacaktı bir süre. teknik, tecrübe bir yere kadar, şansı dönecekti. döndü de; çat diye vurdu düşer düşmez kafasını, o düşerken benim ayak ucuyla ittiğim, içinde “normal bir insan olsan ölür müsün?” isimli kırk sekiz sayfalık incelememin durduğu metal kutuya… “şans, hayatın sana uyması değildir; senin hayata uymandır” dedim onun baygın bedenini taşımaya başlamadan önce; “…bu durumda hangimiz hayat oluyoruz?” diye muallâkta bıraktım şeyi, hiç gereği olmayan genellememi, evet, tam da onu küçük ama sağlam kafese tıkarken…

biraz su biraz ekmek bıraktım kafese ve ilk otobüse atladım. ilk otobüs bir emekli generalin hobi olsun diye açtığı psiko-analiz dükkanının önünde durdu. “devam etmeyecek misiniz şoför beyefendi?” diye sordum kimseden tek bir ses çıkmayınca ve otobüs de öylece kırk saat bekleyince. “inanmazsın ama gram gaza basasım yok” dedi şoför. “peki” dedim; “ben müsait bir yere yürüyerek gideyim bari…”

“ben de seni bekliyordum” dedi ben otobüsten iner inmez emekli general suratlı emekli general. bana bakarak konuşurken başka birine bir şey söylüyor olabilirdi, temkinli olmaya karar verdim. yüksek sesle “sana diyo’!” dedim, çevreme bakarak… general de çevresine bakındı ve otobüsün ön tekerleğine dikti gözlerini. “tamam sen gel öyleyse!” dedi. bir süre zamanın eskimesini bekledim. otobüse ve dolayısıyla otobüs şoförüne gönülden bağlı ön teker oldukça sessizdi. general, gözlerimin içine bakarak “yardım et de şunu dükkanıma taşıyalım” dedi. “eh peki” dedim ve tekeri yerinden çıkarmak için gerekli aletleri istemek için otobüs şoförünün yanına gittim.

“sizin ön sağ tekerlek var ya” diye lafa girdim.
“evet… en sevdiğim dört tekerlekten biridir… ne olmuş ona?” diye sordu şoför. yüzündeki endişe beni harap etti; ne diyeceğimi bilemedim…
“ee… çok sevimli görünüyor…” diye lafı çevirdim. döndüm geriye, çıktım generalin karşısına. “o gelemez; onun yerine ben geleceğim!” dedim. “e tamam ben de seni bekliyordum zaten” dedi emekli general suratlı emekli general. “of tamam” dedim ve dükkanına girdik.

üç tel dolap, bir tahta sandalye, çekmecesiz, açık mavi örtülü bir masa ve yarısı beceriksizce kesilmiş bir yatak vardı odada. general sandalyeye oturdu. “uzanın lütfen” dedi bana. “ama siz bu yatağı enine kesmişsiniz, bir çeşit minder olmuş bu; boyuna kesmiş olsaydınız…” gibi bir şeyler gevelerken ben “uzanın lütfen…” dedi yumuşak bir sesle ama o bir general olduğu için derhal kanım dondu ve itaat ettim.

“anlat” dedi.
“ön sağ tekerleğim ben ne anlatayım?” dedim; sırf bir şeylere kesinlik kazandırmak için…
“olur mu yahu sen kendini aşağı bırakan kızın sağduyususun!” dedi sertçe general. derhal doğruldum ve saygıyla karşısında eğildim; eğilmek ne kelime; götüm havada yüzüm tahta zeminde! ben böyle bir “attım da tutturdum!” görmedim, ben böyle bir analiz görmedim ya da peki neyse işte!
“ben de o yüzden yola çıktım zaten paşam! şehir merkezine gidiyordum; demir ayakkabılar yaptıracağım ona!” diye haykırdım.
“ama sen nasıl sağduyusun! demir ayakkabılarla yere çakılır; hiç mi vicdan yok sende!” diye çıkıştı bana general. emekli general…
“ aklıma başka bir şey gelmedi ama atlamasın öyle her boş bulduğunda” gibi bir şeyler söyledim. haklıydı adam, paşa, general…
“sen çok yanlış yapmışsın; öncelikle onu terk etmemeliydin; kulağına hafif hafif bir şeyler söylemeliydin…”
“ne gibi şeyler?”
“kıçını başını kıracaksın, illa yükseklerden atlamak istiyorsan bunun sporu var, tekniği var, yolu yöntemi var falan gibi şeyler…”
“hiiiç aklıma gelmedi inanır mısın paşam?” dedim; felaket rahatlamıştım…
“öyle dangalağın senin gibi sağduyusu olur ne olacaktı!” dedi paşa; kalbimi çat diye kırdı, moralimi bozdu, keyfimi kaçırdı.
“sağduyu sağduyudur…” dedim… “ta buralara kadar geldim ben…”
“tamam tamam üzülme… ben senin baban sayılırım; şimdi dön onun yanına, çıkar onu kafesten, tekrar bir olun, aklınızı başınıza toplayın” dedi.
“çok da sıkıcı bir o kadar da koca kulaklıymışsın” dedim içimden, dışımdan “peki efendim” dedim ve kaçtım oradan.

yolda asfalta yatmış bir adam gördüm; izledim dakikalarca. öylece yatıyordu. sağduyusunun hemen yanına uzandım, hiç ses çıkarmadı. omzumla, kıçımla ite ite bir oldum onlarla; mal gibi yıldızlara baktım günlerce…

görsel: bengal

1 yorum: