hikmet tuhaf bir karga. en başta kara değil! kanatları ve tüyleri olmadığı gibi asla uçamıyor da. dokuz kardeşin en küçüğü. annesi onu doğururken ölmüş, babası ise doğumdan kısa süre sonra gereksiz ve artık anlamsız bir kıskançlık kriziyle "onun babası ben değilim! onun gerçek babasını bulup canını çıkaracağım!" demiş ve kuzeye uçmuş. oysa kuzeyde bir bok yok. aslında diğer yönlerde de aradığı şey yok çünkü hikmet bir aşk kaçamağının ürünü değil. kargalar üzerine araştırma yapan bir bilim adamı gizlice ve sinsice on küçük yumurta bulunan yuvaya sızmış, yumurtaları ve yuvayı incelerken elindeki merceği, embriyo hikmet'in bulunduğu yumurtanın üzerinde biraz uzun süre tutmuş. tam da o sırada, güneş yüzeyinde seksen trilyon yılda bir kere meydana gelen patlamanın ürünü radyoaktif bir ışın hikmet'in yumurtasına çarpmış. normalde bir şey olmazdı ama arada mercek olduğu için ışın çok daha etkili olmuş belli ki.
annesiz babasız büyüyen hatta gerektiğinden çok daha yüksek oranlarda büyüyen hikmet'i kardeşleri dışlamamışlar ama. kargalar çok bilge kuşlardır. ama asıl neden hikmet'in çok komik bir karga olması. doğuştan getirdikleri sadece fiziksel şeyler değil; o çok komik şeyler anlatıyor... resmen tek kişilik komedi gösterisi düzenliyor her gün. eh kargalar kuş beyinli ama salak değiller; ne güzel her akşam saatlerce gülüyorlar...
hikmet, uçmak, küçük ve renksiz olmak gibi şeylerin ne kadar sıkıcı olduğuna dair espriler yapmayı seviyor.
*****
küçük ama saldırgan tabiatlı bir ülkenin kralı olan yüce recai'nin en büyük hayali bir başka ülkeye saldırmak ve böylece sahip olduğu toprakları genişletmek. tüm dünyanın en son noktasında bulunan bu ülkeyi tüm dünyaya bağlayan şey ise tahta bir köprü. ne deniz var ne toprak; sadece o tahta köprü.
recai'nin dış dünyaya açılmasının ve dış dünyayı ele geçirmesinin önündeki tek engel bu köprü değil ama. engel, köprünün daha hemen başında nöbet tutan melahat teyze! yaklaşık dört bin yıldır orada öylece durduğu söyleniyor. ama recai bunlara inanmıyor. "ben kırk yedi yaşındayım ve kendimi bildim bileli melahat teyze orada. eski kaynaklarda da hep bahsediliyor ondan. ama dört bin çok büyük bir rakam, en fazla yüz elli yaşındadır o bence" diyor.
melahat teyze oldukça huysuz biri. diyalog kurmak neredeyse olanaksız. ayrıca sağır duymaz uydurur tavırları oldukça sinir bozucu!
recai karallığının resmi tarih kayıtlarına geçen, "yüce recai ile melahat teyze konuşması"nın küçük bir bölümü konuyu biraz olsun aydınlatacaktır:
"merhaba melahat teyze"
"ne?"
"merhaba melahat teyzeee!"
"merhaba evladım... hayırdır bayramlıklarınızı giymiş düşmüşsünüz yola? düğün falan mı var?"
"yok... biz öyle gezmeye çıktık... sekiz yıl kadar dolaşıp hemen geri döneceğiz!"
"sen kimin oğlusun? bilemedim ben seni?"
"ben yüce recai! yüce arthur'un oğlu!"
"sebahat'ın küçük oğlu değil misin sen?"
"eh.. öyle de söylenebilir tabii..."
"ne?"
"evet evet!"
"e ne yapacaksınız akşam akşam?"
"ne akşamı yahu, sabahın köründe çıktık biz yola... burası karanlık sana öyle geliyor..."
"buraya mı geliyor?"
"nasıl?"
"kim geliyor?"
"kimse gelmiyor ya! üçüncü sınıf televizyon dizisi falan bulsana sen kendine!"
"ne?"
"yok bi'şey! biz geçsek?"
"yok evladım yeni süpürdüm etrafı, öyle ordu gibi geçmeye kalkarsanız berbat olur her yan..."
"orduyuz biz be!"
"olsun... sen bilmezsin... hadi dönün evinize..."
"ne olsunu yahu! melahat teyze lütfen ya! senin yüzünden ağız tadıyla savaş öncesi cesaret konuşması bile yapamadan ölüp gidece'm ya!"
"yok yok... maşallah aslan gibi adamsın..."
görüldüğü gibi aslında bir şey yaptığı da yok can sıkmaktan başka. ama kimse onun önünden geçmeye cesaret edemiyor... recai krallığının dünya tarihine kanlı sayfalar ekleyememesinin tek nedenidir melahat teyze....
******
kutup canavarı yavuz'un tek besin kaynağı kutup tavşanıdır ancak kutup tavşanları akıllı olduklarından ormanlarda yaşarlar.* işte bu yüzden kutup canavarlarının soyu tükenmişti; yavuz hariç! yavuz başarılı bir girişimci olan bruce banner'ın yardımıyla hayatta kalmayı başarmıştı.
ormanın bittiği yerde (aynı zamanda buzulların başladığı yer) bruce ile ayda bir kere buluşan yavuz, doksan bin buz küpüne karşılık bir adet canlı tavşan alıyordu. tavşanı kulaklarından bağlayan yavuz kilometrelerce zavallıyı sürüklerdi ve bunu yapmasının üç nedeni vardı:
1. tavşanın buzullara dolayısıyla soğuk havaya alışmasını istiyordu.
2. kutup tavşanlarının kutuplarda yaşamaması onu çok öfkelendiriyordu.
3. nerden bakılsa bir canavardı ve hem canavarca hem de eğlenceli bir şey yapmak için tek şansı buydu.
yavuz, tahmin edilen şeyi yapmıyordu; hayır o tavşan etinden nefret ederdi! onun beslenmesi için gereken şey tavşanın kürküydü; daha doğrusu kılları... bir güzel traş edip, dım dızlak bırakıyordu tavşanı. yaklaşık onbeş gün yetiyordu ona bu kıllar tüyler. elbette evi çok soğuktu ve zavallı tavşan ilk ayın sonlarına doğru zaturre olup ölüyordu.
"dangalak tavşanlar; şu güzelim yerde yaşamış olsalardı, şimdi dünya beni kutup canavarı olarak değil, kutup berberi olarak bilirdi..." demişti bir keresinde bruce'a.
"dünya seni bilmiyor ki?" diye cevap vermişti bruce...
"ben de onu bilmiyorum!" demişti yavuz.
"iyi bok yiyorsun" demişti, içinden, bruce...
*****
bruce, bir nükleer patlama araştırma merkezinde kedi olarak çalışıyordu. daha doğrusu ortalıkta dolanıyordu. nükleer deney yapılan bir gün, bir farenin peşine düşmüş olan bruce, deney alanında yüksek miktarda radyasyona maruz kaldı. büyük şanssızlık! üstelik fareyi de yakalayamamıştı.
olayın üzerinden birkaç gün geçmişti... evde sahibinin aynadan yansıttığı ışık hüzmesini yakalamaya çalışıyordu ama bir türlü yakalayamıyordu. bu başarısızlık onu oldukça öfkelendirmişti! daha önce de bir çok şeye öfkelendiği olmuştu, ama şimdi kendini çok garip hissediyordu. daha tam ne olduğunu bile anlayamadan, tüyleri yeşil renge dönüştü ve devasa bir boyuta ulaştı. derhal kendini sokaklara attı, deli gibi koşuyordu ve koşarken aklına sürekli parlak fikirler geliyordu. gördüğü her şeyi, "lan var ya şu arsayı alacaksın, yok işte şöyle bir dükkan açacaksın!" gibisinden algılamaya başlamıştı. evet, o yeşil dev girişimci oluyordu öfkelenince!
zamanla durumuna alıştı ve şartları lehine çevirmeye karar verdi. olur olmaz şeylere öfkeleniyor bu arada aklına süper fikirler geliyor ve rahat yaşamasına yetecek kadar para kazanıyordu. ama ufak tefek işler yapmaktan sıkılmıştı, çok daha fazlasını istiyordu ve mümkünse sabit bir iş olsun, sistemli bir şekilde işler bir kere rayına otursun ve öyle manyak gibi her boka sinirlenmektense stressiz bir yaşantısı olsun istiyordu.
kutup canavarı yavuz'u arayıp bulmasına, küp-buz™ işine girmesine ve tüm istediklerini gerçekleştirmesine, çok fazla sarhoş olup bir dolu şey anlatan geveze bir tavşan neden olmuştu.
*****
garip (o kendine major denmesinden hoşlanırdı ama henüz tek bir kişi bile "macooor gel o'lum!" diye çağırmamıştı kendisini) evet, garip, klasik bir sokak köpeğiydi aslında. en ufak bir ilgi gösterisine karşılık kuyruğunu coşturur ve türlü şaklabanlıklar yapardı.
diğer köpekler gibi o da dünyayı siyah beyaz görüyordu ama tek bir farkla: o, diğer köpeklerin siyah gördüklerini beyaz görüyordu. (ve tersi...) yine de hayatın hep renkli yanlarını yakalamaya çalışan neşeli bir mizacı vardı.
mahallede onunla en çok leblebi bekir ilgileniyordu. bekir'e, leblebi denmesinin nedeni, bekir'in sandığı gibi, "leb demeden leblebiyi anlıyor" lafı değildi üstelik bu laf dedesi tarafından kendisine bile söylenmemişti, abisi için söylenmişti, her neyse, bekir'e kafası küçük ve hep traşlı diye leblebi bekir diyorlardı...
major (kıyak olsun) yıllar sonra yaşlanıp, her geçen arabaya havlayan huysuz ama yine de yalaka ve sevimli bir köpek olduğunda bile leblebi bekir'i unutmadı. kim bilir neredeydi bekir? arap, içini çekti (arap diyorlardı ona bu mahallede); eski günleri hatırladı. ilk defa hırladığı o günü gözünün önüne getirdi. ilk defa tekme yediği gündü o aynı zamanda. ama kısa bir süreliğine de olsa kendini çok güçlü hissetmişti, şahane bir histi!
*****
*evet, selçuk erdem...
tüm görseller: bobby chiu
annesiz babasız büyüyen hatta gerektiğinden çok daha yüksek oranlarda büyüyen hikmet'i kardeşleri dışlamamışlar ama. kargalar çok bilge kuşlardır. ama asıl neden hikmet'in çok komik bir karga olması. doğuştan getirdikleri sadece fiziksel şeyler değil; o çok komik şeyler anlatıyor... resmen tek kişilik komedi gösterisi düzenliyor her gün. eh kargalar kuş beyinli ama salak değiller; ne güzel her akşam saatlerce gülüyorlar...
hikmet, uçmak, küçük ve renksiz olmak gibi şeylerin ne kadar sıkıcı olduğuna dair espriler yapmayı seviyor.
*****
küçük ama saldırgan tabiatlı bir ülkenin kralı olan yüce recai'nin en büyük hayali bir başka ülkeye saldırmak ve böylece sahip olduğu toprakları genişletmek. tüm dünyanın en son noktasında bulunan bu ülkeyi tüm dünyaya bağlayan şey ise tahta bir köprü. ne deniz var ne toprak; sadece o tahta köprü.
recai'nin dış dünyaya açılmasının ve dış dünyayı ele geçirmesinin önündeki tek engel bu köprü değil ama. engel, köprünün daha hemen başında nöbet tutan melahat teyze! yaklaşık dört bin yıldır orada öylece durduğu söyleniyor. ama recai bunlara inanmıyor. "ben kırk yedi yaşındayım ve kendimi bildim bileli melahat teyze orada. eski kaynaklarda da hep bahsediliyor ondan. ama dört bin çok büyük bir rakam, en fazla yüz elli yaşındadır o bence" diyor.
melahat teyze oldukça huysuz biri. diyalog kurmak neredeyse olanaksız. ayrıca sağır duymaz uydurur tavırları oldukça sinir bozucu!
recai karallığının resmi tarih kayıtlarına geçen, "yüce recai ile melahat teyze konuşması"nın küçük bir bölümü konuyu biraz olsun aydınlatacaktır:
"merhaba melahat teyze"
"ne?"
"merhaba melahat teyzeee!"
"merhaba evladım... hayırdır bayramlıklarınızı giymiş düşmüşsünüz yola? düğün falan mı var?"
"yok... biz öyle gezmeye çıktık... sekiz yıl kadar dolaşıp hemen geri döneceğiz!"
"sen kimin oğlusun? bilemedim ben seni?"
"ben yüce recai! yüce arthur'un oğlu!"
"sebahat'ın küçük oğlu değil misin sen?"
"eh.. öyle de söylenebilir tabii..."
"ne?"
"evet evet!"
"e ne yapacaksınız akşam akşam?"
"ne akşamı yahu, sabahın köründe çıktık biz yola... burası karanlık sana öyle geliyor..."
"buraya mı geliyor?"
"nasıl?"
"kim geliyor?"
"kimse gelmiyor ya! üçüncü sınıf televizyon dizisi falan bulsana sen kendine!"
"ne?"
"yok bi'şey! biz geçsek?"
"yok evladım yeni süpürdüm etrafı, öyle ordu gibi geçmeye kalkarsanız berbat olur her yan..."
"orduyuz biz be!"
"olsun... sen bilmezsin... hadi dönün evinize..."
"ne olsunu yahu! melahat teyze lütfen ya! senin yüzünden ağız tadıyla savaş öncesi cesaret konuşması bile yapamadan ölüp gidece'm ya!"
"yok yok... maşallah aslan gibi adamsın..."
görüldüğü gibi aslında bir şey yaptığı da yok can sıkmaktan başka. ama kimse onun önünden geçmeye cesaret edemiyor... recai krallığının dünya tarihine kanlı sayfalar ekleyememesinin tek nedenidir melahat teyze....
******
kutup canavarı yavuz'un tek besin kaynağı kutup tavşanıdır ancak kutup tavşanları akıllı olduklarından ormanlarda yaşarlar.* işte bu yüzden kutup canavarlarının soyu tükenmişti; yavuz hariç! yavuz başarılı bir girişimci olan bruce banner'ın yardımıyla hayatta kalmayı başarmıştı.
ormanın bittiği yerde (aynı zamanda buzulların başladığı yer) bruce ile ayda bir kere buluşan yavuz, doksan bin buz küpüne karşılık bir adet canlı tavşan alıyordu. tavşanı kulaklarından bağlayan yavuz kilometrelerce zavallıyı sürüklerdi ve bunu yapmasının üç nedeni vardı:
1. tavşanın buzullara dolayısıyla soğuk havaya alışmasını istiyordu.
2. kutup tavşanlarının kutuplarda yaşamaması onu çok öfkelendiriyordu.
3. nerden bakılsa bir canavardı ve hem canavarca hem de eğlenceli bir şey yapmak için tek şansı buydu.
yavuz, tahmin edilen şeyi yapmıyordu; hayır o tavşan etinden nefret ederdi! onun beslenmesi için gereken şey tavşanın kürküydü; daha doğrusu kılları... bir güzel traş edip, dım dızlak bırakıyordu tavşanı. yaklaşık onbeş gün yetiyordu ona bu kıllar tüyler. elbette evi çok soğuktu ve zavallı tavşan ilk ayın sonlarına doğru zaturre olup ölüyordu.
"dangalak tavşanlar; şu güzelim yerde yaşamış olsalardı, şimdi dünya beni kutup canavarı olarak değil, kutup berberi olarak bilirdi..." demişti bir keresinde bruce'a.
"dünya seni bilmiyor ki?" diye cevap vermişti bruce...
"ben de onu bilmiyorum!" demişti yavuz.
"iyi bok yiyorsun" demişti, içinden, bruce...
*****
bruce, bir nükleer patlama araştırma merkezinde kedi olarak çalışıyordu. daha doğrusu ortalıkta dolanıyordu. nükleer deney yapılan bir gün, bir farenin peşine düşmüş olan bruce, deney alanında yüksek miktarda radyasyona maruz kaldı. büyük şanssızlık! üstelik fareyi de yakalayamamıştı.
olayın üzerinden birkaç gün geçmişti... evde sahibinin aynadan yansıttığı ışık hüzmesini yakalamaya çalışıyordu ama bir türlü yakalayamıyordu. bu başarısızlık onu oldukça öfkelendirmişti! daha önce de bir çok şeye öfkelendiği olmuştu, ama şimdi kendini çok garip hissediyordu. daha tam ne olduğunu bile anlayamadan, tüyleri yeşil renge dönüştü ve devasa bir boyuta ulaştı. derhal kendini sokaklara attı, deli gibi koşuyordu ve koşarken aklına sürekli parlak fikirler geliyordu. gördüğü her şeyi, "lan var ya şu arsayı alacaksın, yok işte şöyle bir dükkan açacaksın!" gibisinden algılamaya başlamıştı. evet, o yeşil dev girişimci oluyordu öfkelenince!
zamanla durumuna alıştı ve şartları lehine çevirmeye karar verdi. olur olmaz şeylere öfkeleniyor bu arada aklına süper fikirler geliyor ve rahat yaşamasına yetecek kadar para kazanıyordu. ama ufak tefek işler yapmaktan sıkılmıştı, çok daha fazlasını istiyordu ve mümkünse sabit bir iş olsun, sistemli bir şekilde işler bir kere rayına otursun ve öyle manyak gibi her boka sinirlenmektense stressiz bir yaşantısı olsun istiyordu.
kutup canavarı yavuz'u arayıp bulmasına, küp-buz™ işine girmesine ve tüm istediklerini gerçekleştirmesine, çok fazla sarhoş olup bir dolu şey anlatan geveze bir tavşan neden olmuştu.
*****
garip (o kendine major denmesinden hoşlanırdı ama henüz tek bir kişi bile "macooor gel o'lum!" diye çağırmamıştı kendisini) evet, garip, klasik bir sokak köpeğiydi aslında. en ufak bir ilgi gösterisine karşılık kuyruğunu coşturur ve türlü şaklabanlıklar yapardı.
diğer köpekler gibi o da dünyayı siyah beyaz görüyordu ama tek bir farkla: o, diğer köpeklerin siyah gördüklerini beyaz görüyordu. (ve tersi...) yine de hayatın hep renkli yanlarını yakalamaya çalışan neşeli bir mizacı vardı.
mahallede onunla en çok leblebi bekir ilgileniyordu. bekir'e, leblebi denmesinin nedeni, bekir'in sandığı gibi, "leb demeden leblebiyi anlıyor" lafı değildi üstelik bu laf dedesi tarafından kendisine bile söylenmemişti, abisi için söylenmişti, her neyse, bekir'e kafası küçük ve hep traşlı diye leblebi bekir diyorlardı...
major (kıyak olsun) yıllar sonra yaşlanıp, her geçen arabaya havlayan huysuz ama yine de yalaka ve sevimli bir köpek olduğunda bile leblebi bekir'i unutmadı. kim bilir neredeydi bekir? arap, içini çekti (arap diyorlardı ona bu mahallede); eski günleri hatırladı. ilk defa hırladığı o günü gözünün önüne getirdi. ilk defa tekme yediği gündü o aynı zamanda. ama kısa bir süreliğine de olsa kendini çok güçlü hissetmişti, şahane bir histi!
*****
*evet, selçuk erdem...
tüm görseller: bobby chiu
melahat teyzede kendimi buldum..
YanıtlaSildevamı?
YanıtlaSilbir giriş bölümü tadında:)
inte; :)
YanıtlaSilnesli; devamı için bay bobby chiu'dan destek almam gerek:)