02 Mart 2009

önce ne oldu?

diyelim ki günlerden salı: ölü

orada olanları biliyorum; tekrar tekrar hatırlıyorum.. seviyorum sanki oradaymışım gibi anlatmayı da:

"ne boktan nedenlerle birbirinizi üzüyorsunuz yahu!" kadının erkekte aradığını bilmiyorum. erkeğin kadında aradığı, hiç şüphen olmasın, eninde sonunda nefret ettiği kendisidir! belki de öyle değildir ama şimdi öyleymiş gibi düşünmen gerekiyor, bir süreliğine, on beş dakika sonra tekrar istediğin gibi düşünebilirsin. sana halıyı, duvardaki resmi ya da mevsimin özelliklerini mi anlatmamı istersin yoksa? bıkmadın mı?

"ne boktan nedenlerle birbirinizi üzüyorsunuz yahu! bir andan sonra ikiniz de, hangi renk don giydiğinizden daha iyi biliyorsunuz aslında: çok saçma bir nedendir, saatlerdir süren didişmenin, laf sokmaların, huzursuzluğun altında yatan." altında yatan değil, altında kalan; ezilen… ama şimdi o boktan nedenleri, sanki bir canlıymış ya da bir hayvanmış ya da üzülecek bir şeymiş gibi görme safdilliğine düşmeyelim. buna en basit anlamıyla anlatımı zenginleştirmek deniliyor ve aslında nefret ediyorum bunu yapmaktan. bunu yapmadan da anlatabilirim ama başka zaman, şimdi değil!

"ne boktan nedenlerle birbirinizi üzüyorsunuz yahu!" yok ama beni duymuyorlar çünkü ben onları hatırlarken sanki onların yanındayım ama aslında her şey çoktan oldu bitti… mistik bir durum, canlı hayaller! neyse uzatmayım, kadın adama silahı doğrultmuş. seksen milyar silahla öldürülmüş insanı diriltsen, “bak işte durum: silah bu , adam şu, kadın da o” diye gösterip tek tek görüşlerini alsan, istisnasız her biri şunu der: “bu kadın çok ciddi! blöf falan yapmıyor!”

sanki bu ölülerden biri adamın kulağına fısıldıyor, “kadın ciddi, siki tuttun” diyor ve adam da tüm gücüyle inanıyor buna. “nihayet geldin yolun sonuna, nasıl hissediyorsun kendini?” diye soruyorum ama beni duymuyor. alışmam lazım, ya da keyfini çıkarmam?

yine de emin olmak istiyor. öldükten sonra insanların ilk sekiz on yılları, “gerçekten öldüm mü?” sorusuna cevap aramakla geçer. bunu çok az insan bilir, yaşayan hiç kimse bilmez! evet, emin olmak istiyor, şansını denemek ya da kadını vazgeçirmek için değil ama! kendisini bu açıdan takdir ediyorum: öleceğini biliyor!

“ne yani beni vuracak mısın?” diyor kadına.

işte bunu defalarca izledim! seviyorum bu sahneyi! kadın adamın hemen yanındaki vazoya ateş ediyor; sessiz ve net… kadın sessiz! işte o an adam kesinlikle emin oluyor; artık içinde bulunduğu durumla ilgilenmesi gerek. “çok şaşırmışa benziyorsun yine de?” diye soruyorum. cevap vermiyor.

“ölmem mi yoksa senin tarafından öldürülmem mi gerekiyor?” diye soruyor kadına.
“sadece geberip gitmeni istiyorum!” diyor kadın. namlunun ucuna dokunuyorum, sıcaktır her halde diye düşünüyorum. adama bakıyorum sonra. “eh…” diyorum.
“biraz önce ateş ettiğinde beni öldürdüğünü düşünsek?” diyor adam.
“zırvalama!” diyor kadın.
“yani bak tüm içtenliğimle kabul ediyorum senin beni öldürdüğünü, ya da öldüreceğini… senden sadece bir gün istiyorum; yarın tam bu saatte çıkacağım karşına ve yarım kalan işi tamamlayacaksın…”

hiç inandırıcı değil. ben biliyorum onun dürüst olduğunu; gerçekten de kabullenmiş ve bir numara peşinde değil. daha çok öykünün sonunu bildiğim için içim rahat ama. oysa kadının yüzündeki “boka bak!” ifadesinde güçlenme oluyor; şu iğrenç pisliğin aldığı her nefes sıkıntı veriyor ona!

“dangalak mısın sen?” diyor. soru sorar gibi değil, hani olur ya, dangalaksın demenin bir şekli…
“evet yahu! vurdun öldürdün beni! şimdi gideceğim ve dediğim gibi yarın bu saatte döneceğim. istersen şimdi vur beni, ama ben zaten ölü bir adamım”
“adam mısın sen!” diyor kadın, yine aslında soru sorma amacıyla değil… adamın koltuğundan kalkmasını ve kapıya doğru yönelmesini izlemekten başka bir şey yapmıyor ama. “bak gidiyor?” diyorum, yok, duymuyor beni.

öyle kalmıştım ilk seferinde, ne yapacağımı bilememiştim. hiç şüphen olmasın kadının yanında kalıp onun neler yaptığını da anlatabilirim ama senin iyiliğin için adamın peşine düşeceğim…

o halde günlerden çarşamba: katil

gerçekten de, ne kadar boktan nedenlerle birbirinizi üzüyorsunuz yahu! neyse, bak kapı çalıyor, bırak şimdi saçını kurutmayı, seninki geldi. duymuyor ki! ama yine de dediğimi yapıyor, ya da yapılması gerekeni. içeri giriyor adam, gerçekten berbat görünüyor. bir günde enkaza dönmüş! umursamıyor onu, saçını kurutmaya gidiyor. adam koltuğa oturuyor ve bekliyor.

“hazırım” diyor kadın odaya girince.
“neye hazırsın?”
“bitir şu yarım kalan işi…”
“ne bok yedin, bir işine yaradı mı yirmi dört saat?” diyor kadın, silahı dünkü gibi doğrultuyor, koltuğa geçiyor.

ne kadar da anlatmaya hevesli; bir fırsatını bulsun, ölü adamlar bile uzun uzun kendilerinden bahsetmeye bayılırlar! ama bu biraz da senin için konuşuyor, sen dinle diye. tam hatırlamıyorum ama ilk seferinde hemen hemen hiçbir şey anlatmıyordu, oturup ben anlatmak zorunda kalıyordum uzun uzun. bir de tabii anlatımı zenginleştirme problemi var, gerçekten çok sıkıcı!

“yapmak isteyip de yapamadığım birçok şeyi yaptım, ne istiyorsam! aslında oldukça uzunmuş yirmi dört saat!”

hayret kısa kesti? anlatsana! dengesiz hıyar! bezen beni de hasta ediyor! neyse, merakta bırakmayım seni, bu dingil bir dolu garip şey yaptı son yirmi dört saat içinde. iş yerinde içinde kalmış her şeyi kustu, evini dağıttı, kredi kartlarını ve tüm resmi belgelerini şunları bunları imha etti. sonra sik gibi kaldı ortada, yapacak bir şey bulamadı ve kalan dört saatini parkta oturmakla geçirdi.

“gerçekten işe yaramaz bir pisliksin!” diyor kadın. seviyorum onun bu uzlaşmaya ve anlayışa kapalı tavrını.
“her neyse, bitir işi…” diyor adam.
“aslına bakacak olursan ben de kendimce bir yirmi dört saat geçirdim ve senin öldürülmeye bile değmeyecek bir pislik olduğunu düşünüyorum şu an!” çıt çıkarmıyorum!
“saçmalama! dün tetiği çektin! öldürdün beni!”
“sen saçmalama hassas dangalak!”
“ne sikime silahı doğrultuyorsun o zaman?”
“zevkli?”

kenara çekiliyorum, daha rahat izleyebilmek için. çünkü tam bundan sonra küfürleşmeye ve akabinde boğuşmaya başlıyorlar. adam çıldırıyor öfkeden! ne kadar da meraklı geberip gitmeye hasta ruhlu dangalak! kadının üzerine yürüyor, kadın onu tekmeliyor. bu arada silah adamın eline geçiyor, nasıl geçiyor diye sorma, tamamen benim marifetim bu, şimdi zaman kaybetmeyelim nasılını falan anlatmak için. silahı kadına doğrultuyor. nefesimizi tutuyoruz, güzel…

“öldürsene beni kaltak! “diye bağırıyor tükürükler saçarak.
“hasta bir pisliksin sen!” diye bağırıyor kadın. aslını soracak olursan çok daha ağır küfürler ediyorlar birbirlerine; tahmin edebileceğin türden… adamın yanına yaklaşıyorum, nabzını ve tansiyonunu ölçüyorum. çok yüksek tüm değerler. beyninin içine bakıyorum, doğru düşünmeyle ilgili hiçbir işaret yok!

“dün öldürdün beni!” diye bağırıyor kadına.
“cehenneme git!” diye bağırıyor kadın.
“öldür beni!” diyor ve tetiğe asılıyor. beş kere “öldür beni!” diye bağırıyor ve beş kere tetiğe asılıyor. silahı kadının can çekişen bedenine doğru fırlatıyor ve kendini sokağa atıyor.

normal olarak perşembe: gün

bunu sağda solda anlattığımda, “sonra ne olduğunu neden anlatmıyorsun?” diye soruyorlar bazen. ne bileyim, bilmiyorum, her defasında kadının cesedine bakıp bir sigara içiyorum ve ben de kendimi sokağa atıyorum. daha fazlası beni ilgilendirmiyor açıkçası; sadece orada olanlarla ve olanları tekrar tekrar hatırlamakla ilgileniyorum. “ne boktan nedenlerle birbirinizi üzüyorsunuz yahu” diyorum her ikisine de her defasında ama beni hiç duymuyorlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder