the office (ofis diyeceğim bundan sonra), sopranos’tan sonra, insan dediğimiz, bağrımıza bastığımız, güzelliğinden şüphe duymadığımız ama ne derece hırt bir varlık olduğunu da kabul ettiğimiz yaratığın ne olduğuna en fazla yaklaşan dizi oldu benim için. yok beklemiyordum bu derece etkileneceğimi, neredeyse her bölümünü ağzım açık izliyorum. yani gülüyorsun ama aynı anda bazen sinirin bozuluyor, bazen hüzünleniyorsun, bazen küfrediyorsun... (bir de şu var ki, dizinin amerikan versiyonunu izledim sadece yani ne biliyorsam oradan biliyorum. bunu da baştan belirtmeliyim).
***
insan kendi ses kaydını dinlerken, “benim sesim farklı geliyor, neden acaba?” diye düşünebilir. bu, hiç de gizemli olmayan, açıklaması gayet basit ve şiirsel bir tavırla ele alındığında biraz düşündürücü bir durumdur. çok basitçe olay şu: ses ağzından çıkıyor, diğerinin kulağı bu sesi algılıyor ya, işte sen o sesi hem dışarıdan hem de içeriden duyuyorsun; içeri dediğim, kafatasın, kulak burun boğaz akustiği vs… bu durumda üzerine düşünüp şaşıracağın ilk şey, konuşurken duyduklarının değil, bir kayıt cihazından dinlediklerinin gerçek sesin olması. hemen arkasından ikinci şaşırtıcı şey: daha kendi sesimizin orijinalini bile duyamıyorsak, nasıl olup da “ben”, “kendim”, “kontrol mekanizmam” gibi ıvır zıvır şeyleri sahipleniyoruz? kulak ağızdan çıkanı farklı duyuyor, göz kendini görmüyor peki insanın kendi burnu kokar mı? sağ elin parmağı sol elin parmağına, sol elin parmağı sağ elin parmağına dokunmaksızın dokunabilir mi? demem o ki, insanın “tam kontrollü” olması, öyle davranması teknik olarak olanaksız neredeyse; illa ki bir kurgulama yapacak “ben” üzerinde. baksana kendisiyle ilgili tüm algılamaları, diğer insanların algıladıklarından sadece farklı değil, eksik de! yani tüm ömür öteki insana gösterilmeye çalışılan bir “ben”i, tutarlı ya da en azından savunulur kılmaya çalışmakla geçiyor, belki yalnızken bile (en azından kendisi tarafından) izlendiğini, algılandığını düşünüyor ve "ben"i oynamaya devam ediyor?
***
saçma geliyor bana ama insanın en büyük korkularından biri de topluluk önünde konuşma yapmakmış; ölmeyi tercih ederim aman ha beni bir topluluğa konuşma yapmaya mecbur bırakmayın diyormuş çoğu insan. buna rağmen kameralar karşısında hiç de sıkılgan değil insanlık abi; açıyor ağzını yumuyor gözünü. eğer salak değilsen, kamera ile kayıt altına alınan bir görüntünün en az bir kişi (kendin) tarafından izlenebileceğini ve her türlü ifadenin öylece kalacağını bilirsin. işte bu nedenle gizli çekimler haricinde “doğallık” çok nadir görülen bir şeydir. hep “doğal davran” derler ama bir de şöyle derler: “en zoru, doğal görünmektir!” galiba insan doğalken hiç de havalı ya da ilgi çekici değil aksine çirkin, sıkıcı ve hiç estetik kaygı taşımıyor. yani yalnız başınayken ne uyuz, götünü kaşıyan, ağzından ve boğazından garip sesler çıkaran bir kişi olduğunu, olabildiğini düşün! (elbette öyle değiliz). izlenmediğinden eminsen bile, aklına bile gelmiyorsa hani, yine de seni sen izliyorsundur ve bu izleme de çok nadiren "bilinçli olarak" gerçekleşir; hani “şöyle bir kendime baktım da” diye anlatabileceğin şeyler… tek bir kişiyle bile aynı ortamı paylaşmaya başlar başlamaz artık eminsindir, izleniyorsun ve aslında gerçekten sokakta, sağda solda sürekli izleniyorsun. izleniyoruz, peki.
bu sürekli izleniyor olma hissi, ya da paranoyası, artık neredeyse her telefonun bir parçası olan kameraların da yaygınlaşması ile hayatın bir parçası oldu mu, oldu. işin “gizlice” kısmı bir yana, fotoğraf ve video çekme manyaklığı tüm hayatı epey etkiledi. diğerinin hayatı, yani o film, müzik yıldızlarının değil, sıradan olanın hayatı her zamankinden daha çok ilgi çekmeye başladı. “biri bizi gözetliyor” (ve benzeri onlarca yarışma) ile incir çekirdeğini doldurmayacak, bir boka derman olmayacak konular ve kişiler çok geniş kitlelerce ilgiyle takip edilir oldu. p*rno dünyasında en çok “amatör” ya da “gizli” çekilen (ya da o hava verilen) filmler tercih edilir oldu. daha gerçekçi bir his versin diye filmlerde kameraları sanki özellikle titretmeye başladılar! kameranın tüm bu toplumsal etkileriyle doğrudan ilgilenmiyorum aslında, beni şu aşamada ilgilendiren, kameranın o anda çektiği kişiyi bozuyor olması. neşeli olduğumuzu, hüzünlü olduğumuzu, şu ya da bu olduğumuzu gösterme motivasyonuyla bozuyoruz kendimizi. ben örneğin, ne zaman ortamda kamera çalışsa “şive” ya da “taklit” yapıyorum, nefret ediyorum bundan ama öyle yaptığımı her defasında izlerken fark ediyorum. “normalde öyle konuşmuyorum lan ben!” diyorum kendi kendime. yalnızken ayrı deliyiz o tamam ama kamera karşısında daha başka bir deliye dönüşüyor insan.
***
ofis’tekileri sürekli izleyen kameralar için hiçbir açıklama yapılmıyor: kim çekiyor, kimin için çekiyor ve hepsinden önemlisi bunları kim izliyor? şimdi derhal, kameramanlar bizim için çekiyor ve biz izliyoruz gibi bir cevap ortaya atılabilir ancak bu hiç de yeterli bir cevap olmaz. kurgusal bir yapımın kendi evreni vardır ve bu evrende gerçekliğe göndermeler bulunabilir. süpermen evreninin kendine has bir yapısı vardır ve o kurgusal evreni tüm öğeleriyle kabul etmekten başka seçeneğin yoktur. “uçtuğuna inanıyorsun da dünyanın çevresinde çok hızlı bir şekilde dönüp zamanı geri almasına mı inanmıyorsun?” derler adama. (bana dediler). benzer şekilde, kill bill evreninin de kendine has bir yapısı vardır ve bay bill uzun bir süpermen söylevi çektiğinde gerçekliğe gönderme yapar: çünkü süpermen, bir çizgi roman karakteri olarak gerçekliğe aittir. yine de kill bill evreninin kuralları geçerlidir; bir süpermen hayranı olarak, “neden gelin şu herife ağzının payını vermedi, süpermen hakkında atıp tutmasına izin verdi?” diyemezsin. yani, elbette dersin de, pek bir işe yaramaz…
işte bu noktada mockumentary kavramı devreye giriyor. bu kavram neden ortalıkta kameraların gezindiği sorusuna biraz açıklık getirse de ofisin dramatik yapısını ve ofis evrenini düşündüğümde sanki hala bazı şeyler tam oturmuyor. “this is spinal tap”, “beneath the dome” gibi belgesel havası verilmiş filmler yanında, “cloverfield”, “the blair witch project” “.rec” gibi dramatik filmler de mockumentary başlığı altında sınıflandırılıyor ve ister “belgeselmiş gibi” yapmak amacı, ister gerçekçiliği güçlendirmek için “kaydedilmiş” duygusu yaratmak amacı taşısın, sonuçta kameranın kimin, kimlerin elinde olduğu genellikle tahmin edilebiliyor. bu ikisi arasında tek bir fark vardır, ilk gruptakilerde görüntüleri kayıt altına alanlar olayların dışındadır ancak dramatik filmlerde çekim yapanlar olayların içindedir ve filmin kahramanlarındandır. o halde şöyle olmalı; ofis hayatını konu edinen bir ekip dunder mifflin’in scranton şubesine geldi, belgesel çekmeye başladı ve o ekip ofis dizisinin görünmeyen kahramanları?
neden çekim yapılıyor peki ofis'te? kaydedilen görüntüler “ofis evreninde” bir kanalda yayınlanmıyor (çünkü öyle bir şey olsa bundan bahsedilir) ve bana en garip gelen şey: en sinir bozucu, öfkeli anlarda bile kimse kolay kolay “çekme kardeşim!” demiyor? her dramatik yapıma seyirci tanıklık eder ama filmdeki karakterler bunu hesaba katmazlar. ofiste ise, tüm karakterler “kamera” ile şekilleniyorlar, izlendiklerinin farkındalar ve sırf bu nedenle belki davranmayacakları şekilde davranabiliyorlar (coşabiliyorlar) ve çoğunlukla da kameranın varlığından dolayı istedikleri gibi davranamıyorlar, söylemek istediklerini söyleyemiyorlar, davranışlarını, sözlerini yutmak zorunda kalıyorlar. bu durum göz önüne alındığında, “ofis hayatı belgeseli” fikri batıyor çünkü sırf ortamda kamera var diye artık başka bir şeye, bir gösteriye dönüşüyor ofis hayatı… bu nedenlerle, “kamera”nın bir kavram olarak başrollerden birini paylaştığı bir yapım diyorum ofis için…
ofis’i muhteşem yapan şey, detaylar: yüz ifadeleri, dikkatlice seçilmiş kelimeler, kameranın yarattığı kaosa rağmen ortaya çıkan saf tepkiler… diziyi izlemeye başlar başlamaz, daha iki üç bölüm sonrasında, “insanın sosyal röntgenini çekmiş bu dizi” dedim; şimdi de öyle düşünüyorum. “öteki insanın izlediğini bilmek bir insanı ne kadar delirtir peki bu deliren insan bir yönetici ise ona bağlı insanlar nasıl delirir?” sorusu merkezde gibi görünse de, tüm harika yapıtlar gibi, insanın ne derece hırt bir varlık olduğunu ama ne kadar güzel, biricik, özel olduğunu da evrensel düzeyde cevaplayan bir dizi...
bu kadar gevezelikten sonra en sevdiğim karakterin tabii ki michael olduğunu söylemek isterim. aşağıdaki videoda, başarısının sırrını anlatıyor ve aynı zamanda michael karakterini tamamen açığa çıkarıyor!
ikinci sevdiğim adam toby; deli gibi aşık olduğu pam'in bacağına dokunmakla içine girdiği sıkıcı durumdan sonra derhal costa rica'ya kaçması ile beni kendisine hayran bıraktı...
dwight'ın dizideki tek "içinden geldiği gibi" davranan karakter olduğunu düşünüyorum; o asla kameralardan etkilenmiyor...
tüm görseller: yahoo tv
Daha önce de bahsetmiştin ama bu yazıdan sonra şiddetle merak edip hemen indirdim diziyi. Hem US hem UK versiyonlarının ilk bölümlerini indirim ve belki de ilk izlediğim UK versiyonu olduğu içindir bilemem bana daha başarılı daha incelikli geldi ve izlemeye devam ediyorum şu an.
YanıtlaSilBen de sana daha önce bahsetmiştim ve yinelemek isterim ki Mad Men!!!
"...tüm harika yapıtlar gibi, insanın ne derece hırt bir varlık olduğunu ama ne kadar güzel, biricik, özel olduğunu da evrensel düzeyde cevaplayan bir dizi..." sözünün karşılığını çok daha dramatik bir biçimde sinemasal bir anlatımla bulacaksın bu dizide.
Mad Men ile ilgili yorumlarını bu sayfada heyecanla bekliyor olacağım Devrimciğim =)
ben de dün izledim ingiliz versiyonunun ilk bölümünü. orada michael'ın karşılığı olan "patron" david brent'i canlandıran ricky gervais'in baş rolde olduğu "extras" isimli ingiliz dizisini daha yeni izlediğim için, hem o dizideki karakteri hem de amerikan versiyonundaki michael ayrı ayrı kafamda dolandı ve gram keyif alamadım. (ne uzun ve karışık bir cümle oldu yine...) yine de ingiliz versiyonu sanki daha gerçekçi, karakterler sanki daha sıradan gibi geldi bana...
YanıtlaSildaha önce tavsiye ettiğin için indirdim mad men'i, daha izlemeye başlamadım ama...