06 Aralık 2010

at kafası

sabah, yatağın içindeki bir ıslaklıkla uyanmak, belli bir yaştan sonra pek karşılaşılmayan bir durumdur. ha, insanlık hali, belki olur öyle şeyler arada sırada ama en kötüsü, utanç verici bir şeydir ya da ne bileyim belki bir sağlık problemi vardır, diye endişelenir insan. çok daha nadir, belki sadece filmlerde görebileceğin bir şey ise, o ıslaklığın kan olmasıdır ki bunu fark ettiğin anda utanma duygusu değil, dehşete kapılma duygusu bangır bangır çalışacaktır. daha da fenası, yorganın altında, çarşafa yayılmış kan gölünün kıyısında, hemen ayak ucunda bir at kafası ile karşılaşmak olur. kapıldığın dehşet ve nöronlarına kazınmış "her şeyin ait olduğu bir yer vardır" bilgisinin esaslı bir darbe yemiş olması, seni serseme çevirir. gırtlağın tahriş olana kadar bağırmaktan başka bir şey gelmeyecektir aklına. hele bir de at, senin atınsa... bu çok ünlü ve sinema tarihinde kendine sağlam bir yer edinmiş sahne, godfather filminden, bilindiği gibi. öyküye göre, johnny fontane, bir yandan kamyon şoförlüğü yaparken, geceleri de sahneye çıkıp şarkı söyleyen bir delikanlıdır. onu diğer zor şartlarda türkücülük, şarkıcılık yapanlardan farklı kılan şey ise, don corleone'nin vaftiz oğlu olmasıdır. işte, kanatlarım var ama uçamıyorum, zalim patron beni filminde oynatmıyor, sıkıntısını bir türlü çözemeyince, vaftiz babasının elini öpmeye gider. don corneole, vaftiz oğlunun sorununu önce konuşarak halletmek ister ancak yapımcı inatçıdır: johnny fontane'i filminde istemiyordur. bunun üzerine, bir gece yapımcının sevgili atlarından birinin kafasını keser (birileri) ve gizlice üstelik sinsice adamın yatağına sokarlar kanlı at kafasını. olan biten şeyler ve bütün bu olup bitenlerde rol alan karakterler kurgusal elbette ancak ilgi çekici şeyler de var: her ne kadar ailesi ve yakınları söylenenleri kabul etmeseler de, johnny fontane'in, frank sinatra'dan esinlenilerek yaratıldığını iddia edenler var. anthony summers ile robbyn swan'ın yazdığı "sinatra: hayat" isimli kitapta, sinatra'nın mafya için kuryelik bile yaptığı iddia edilmiş. (radikal) martin scorsese de, yapım aşamasında olan "sinatra" filminde, sinatra'nın mafya bağlantılarını ele alacakmış ama filmin yapımcıları arasında da yer alan tina sinatra (evet kızı), babasının "olumsuz" gösterilmesini istemiyormuş. johnny fontane ile frank sinatra arasındaki ilişkiyle ilgili daha detaylı bilgilerin yer aldığı bir alıntı tam bu noktada pek yakışıklı durur:
(...)işte o johnny fontane'nin 1952'de ses tellerindeki kanama nedeniyle şarkıcılığa ara vermek zorunda kalınca umudunu hollywood'a, oyunculuğa bağlamış frank sinatra olduğu söylenir durur. (yönetmen francis ford coppola, baba'da sinatra'ya vito corleone rolünü önermişti. "hatta" demişti, "istersen senaryodan fontane bölümünü çıkarabiliriz. çünkü senin isteğinle veya telkininle orası filme eklenmiş gibi bir izlenim doğabilir.'' sinatra teklifi reddetmişti. ve coppola çaresiz marlon brando'nun kapısını çalmak zorunda kalmıştı. tabii o bölüm de senaryoda olduğu gibi bırakılmıştı.) gerçekten de o sıralar, yani 1952'de -ilk görüşte vurulduğu- ikinci eşi ava gardner'le bir yıldır ikinci baharını yaşamakta olan sinatra, columbia'nın fred zinneman yönetiminde müthiş bir film çevirmeye hazırlandığını duymuştu: "from here to eternity", yani "insanlar yaşadıkça". o filmde mutlaka oynamalıydı. ne var ki ava gardner'i columbia'nın patronunun elinden -yoksa koynundan mı dememiz gerekiyor- çekip almıştı. üstelik ondan da eskiye giden kapanmamış bir hesapları daha vardı: sinatra şarkıcılığının ilk yıllarında columbia ile sözleşme imzalamıştı ama ünü artınca bir çalımla capitol'e geçivermişti. filmde don vito corleone'nin ürkütücü tehditleri sayesinde rolü kaptı johnny fontane. gerçek hayatta ise frank sinatra'nın kimin sayesinde "insanlar yaşadıkça"da "asker maggio" rolünü koparmayı başardığı konusunda rivayet muhtelif. kimi joe costellano diyor, kimi gambino ailesinin danışmanı joseph gallo, kimi lucky luciano, kimi de - en güçlü olasılık- sam giancana. hepsi de birbirinden ünlü, birbirinden dehşet mafya babası... sinatra tüm karizmasını çizen bir ücret (sadece 8 bin dolar) karşılığı oynadığı o filmde öyle müthiş performans sergiledi ki ertesi yıl en başarılı yardımcı aktör dalında oscar ödülüne layık görüldü. (eksisozluk/the day as heaven wept)
asıl konuya (at kafasına) döneyim: bu sahneye ciddi bir filmde göndermede bulunulmuş mu bilmiyorum; zamanla daha da çeşitlendireceğimi düşündüğüm, şimdilik az sayıdaki malzemenin hepsinde, sahne mizahi olarak yorumlanmış. hem benzersiz hem de dehşet dolu olmasından sanırım... horsehead (6) at kafası yastık 1 horsehead (1) at kafası yastık 2 2567773704_d3afc3cdbe sevensheaven 2101 eğer yönetmen david lynch olsaydı konulu çiziktirmece 72dpiEvanimal_Retribution21x27inch mario the young ones oil godfather ingiliz kaçık komedi dizisi "the young ones"dan... audi reklamı (sanırım baba'daki oyuncu oynamış yine) king of queens grounded for life arrested development despicable me diğer görseller: en üstteki sevimli at kafası lego at kafası ayrıca bak: "you talkin' to me?" american gothic death of marat (marat'ın ölümü) - david my neighbor totoro bedroom in arles - van gogh nighthawks - edward hopper lunchtime atop a skyscraper - charles c. ebbets tiananmen meydanı 1989 alice

devamını göster

03 Kasım 2010

zihin, nöron ve ayna

vilayanur s. ramachandran amca bir nöroloji uzmanı. "vilayanur ramachandran'dan zihnimiz üzerine" ve "medeniyetlere şekil veren nöronlar" başlıkları altında iki konuşmasını izledim bugün. "önümüzde pelte gibi bir kütle var; yaklaşık 1,5 kg'lık, iki avucuna sığabilecek bir pelte ve o pelte yıldızlar arası mesafeyi düşünebilir, sonsuzluğun anlamını düşünebilir ve kendisinin sonsuzluğun anlamını nasıl düşündüğünü düşünebilir." diyerek başlıyor her iki konuşmasına. anlaşıldığı gibi, insan beynini anlatıyor. ilk konuşmada, "insan beyninin işlevlerini anlayabilmek için çeşitli çalışma metodları var. metodlardan ilki, bizim de en çok kullandığımız olan, beyninin küçük bir bölgesinde kalıcı hasar olan hastaları incelemektir." diyor ve üç örnek "kalıcı beyin hasarı" konuşmanın merkezine alınıyor. insanın, ayna karşısına geçip, kendi yansımasına baktığını bildiği halde, kendi yüzünü tanıyamamasını ya da annesini karşısında görüp, "anneme çok benziyor ama o değil" diye düşünüp, annesine karşı en ufak bir yakınlık bile hissetmemesini; hayalet uzuv sendromu adı verilen, kolu ya da bacağı kesilmiş insanlarda sıklıkla görülen, duyu organı yerinde olmadığı halde sanki yerindeymiş gibi hissetmeye neden olan beyin hasarlarını ve son olarak, "sinestezi" yani kabaca, duyuları karıştırma denilebilecek anormalliği ve tüm bu sorunların çözümüne yönelik çalışmaları, eğlenceli bir üslupla anlatıyor. 

 [kendine bir bardak çay ya da kahve hazırla istersen: ]

   

 (türkçe altyazı: "view subtitles" menüsünde. *hata veriyorsa, ted.com site güncellemesindendir; daha sonra tekrar deneyiniz...) 

 ikinci konuşma, ilkine göre çok daha kısa sürüyor ancak beni ilkinden daha çok etkiledi diyebilirim. "hayalet uzuv sendromu" konusunu cepte tutarak nöronların medeniyete nasıl şekil verdiğini anlatıyor.

   

 insanı allak bullak edebilecek şeyler söylemiyor mu? insanı ve/ya bireyi evrenin merkezine koyan görüşlerin hem yanlış hem de tehlikeli olduğuna yönelik düşünceleri de doğrular gibi ramachandran'ın sözleri. 'bilme' ve 'bilgi' ile kendi varlığını yüceltebildiğince yücelten insanın, daha kafasının nasıl çalıştığını bile çok az (çok çok az) bilmesi, kozmik boyutlarda bir saçmalık, evrensel ölçeklerde bir aşağılanma nedeni: düşünsene, sen kendini ayrı bir yere koymak istedikçe, daha çok içine giriyorsun; kopmak istediğin ne varsa onunla daha çok birleşiyorsun! ayrıca: rupert sheldrake isimli bir biyolog şöyle diyor: "zihin beyinle sınırlı değil, doğada dört bir yana yayılmış olan etki alanları aracılığıyla işlev görüyor." onun ne demek istediğini daha net anlamak için "biri beni gözetliyor" isimli kitabını okumak gerekiyor sanırım. (ne kötü bir kitap ismi yine de okuyacağım bir ara) 


 çağrışımsal bonus: 1968'de hazırlanmış bir kısa belgesel: powers of ten insanı merkeze alıyor teknik olarak; tamamen ölçüsel anlamda:

 

devamını göster

15 Ekim 2010

blog action day 2010: bol bol su için!

pis insanlar fırsat buldukça su içmeliymiş insan, öyle çay kahve, kola bira içince bünyenin "sıvı ihtiyacı" karşılanmıyormuş. tamam, bol bol su içmek gerek ama içilecek suyu bulmak, korumak, milyonlarca insan için o kadar da kolay değil. o bakımdan bir süre ciddi olayım: blog action day 2010'un teması, anlaşıldığı üzere, su. bugün, afrika'daki yoksunluklardan, doğal kaynakların insan eliyle hızla yok edilmesinden, bir dolu istatistikten, yüze ya da göte çarpılan suyu idareli kullanmanın öneminden, yakın bir gelecekte su savaşları çıkacağından, genellikle insanı karamsarlığa düşürecek bir dolu şeyden bahseden yazılarla dolu bloglar. gerçi o kadar da yoğun bir ilgi olduğunu sanmıyorum; sıkılıyouz bu tür şeylerden; konuşmayı da dinlemeyi de sevmiyoruz; bayatladı, sıktı artık gibi şeyler düşünüyoruz. bireysel ya da örgütlü çalışmalarla dünyanın değiştirilebileceğine inanmak insana zor gelebilir. ama dünyayı, koca dünyayı karşıya almanın ne gereği var ki? dünya barışı, küresel ısınma falan, devasa büyüklükte ejderhalar ve karşısında ne var, mini mini birkaç tip! daha başlangıçta masal gibi görünüyor. önce birlik olalım, güçlerimizi birleştirelim ve biz de devleşelim, sonra savaşalım! bu gezegenin ordulara değil, çevresine zarar vermeyen, "akıllı" insanlara ihtiyacı var. eh, akıllı bir insan göz göre göre yarın ihtiyaç duyacağı şeyi yok etmez. basit bir örnek: su tasarrufu kampanyası varmış, artık daha dikkatli kullanıyorum suyu diyen insan o kadar da akıllı değildir. sen 15 dakika diş fırçalarken şarıl şarıl akan su beyninde en ufak bir elektriklenme yaratmıyorsa, böyle bir elektriklenme için "kampanya" falan gerekiyorsa, üzgünüm senin için. demem o ki, suyu ticari bir nesne haline getirme alçaklığını gerçekleştirmiş insanlığa gram güvenim yok. her kaynağı gerçekten hırsla ve hızla tüketirken geberip gideceğiz ve bir dolu masum canlıyı da yanımızda götüreceğiz, kesin! çünkü bizler, golgafrincham'dan "işe yaramazlar" diye uzayın derinliklerine sürülmüş ve kazara bu gezegene düşmüş yaratıkların torunlarıyız. kafalarının işleyişi tanıdık gelecektir:
"(...) birkaç hafta önce, yaprağı geçerli para birimimiz olarak kabul ettiğimizden beri, pek doğaldır ki, hepimiz müthiş zenginleştik." ford kulaklarına inanamayarak kalabalığa baktı, herkes memnuniyet içinde mırıldanıyor ve koşu eşorfmanlarını tıka basa doldurdukları yaprak banknotları ihtirasla avuçluyordu. "bununla birlikte," diye devam etti danışman, "yaprağın elde edilebilirlik seviyesindeki rahatlıktan kaynaklanan minik bir enflasyon sorunuyla da karşılaştık. yani sanırım, şu anki piyasa değeri üzerinden, yapraklarını döken mevsimlik ağaçlardan oluşmuş üç orman ancak bir gemi dolusu fıstık satın alabilmekte." kalabalıktan panik mırıltıları yükselmeye başladı. idari danışman bu mırıltıları elinin bir işaretiyle bastırdı. "o halde bu sorunu ortadan kaldırmak için," diye devam etti, "ve yaprağın değerlendirilmesini etkin bir şekilde yeniden yaratabilmek için yoğun bir yaprak düşürme kampanyası ve... eee, bütün ormanları yakma kampanyasını başlatmak üzereyiz. sanırım mevcut koşullar altında hepimiz bunun mantıklı bir atılım olduğu konusunda hemfikiriz." kalabalık bir iki saniye süreyle, yani aralarından biri çıkıp da bunun ceplerindeki yaprakların değerini ne kadar yükselteceğine dikkat çekene kadar bu konudan pek emin olamadı. sonra memnuniyet ıslıkları etrafı sardı ve hepsi ayağa kalkarak idari danışmanı alkışladılar. aralarında bulunan muhasebeciler bolca kâr edecekleri bir sonbahar beklentisine girdiler. "siz hepiniz çıldırmışsınız," diye açıkladı ford prefect. "siz tam anlamıyla sersemsiniz," diye haykırdı. "siz bir yığın keçileri kaçırmış çatlaksınız," diye öfkeyle söylendi. [douglas adams - evrenin sonundaki restoran]
görsel: betteo

devamını göster

27 Eylül 2010

"bizi liderinize götürün"

birleşmiş milletler, gezegene gelip etrafa şaşkın şaşkın bakınacak ya da kararlılıkla "doğal kaynaklarınızı sömürmeye geldik, kim bakıyor buralara?" diye soracak dünya dışı varlıklarla (uzaylılarla işte) ilk "resmi" iletişimi kuracak insanı belirlemiş. buna göre, bu insan, bir devlet başkanı ya da bir dini lider ya da albümleri çok satan bir rock yıldızı değil; birleşmiş milletler'in "dış uzay ofisi" yöneticisi, malezyalı astrofizikçi (ve astronot) mazlan othman (ya da mazlan osman). önce stephen hawkins "bakın uyarıyorum" dedi. daha sonra "gün geçmiyor ki yeni bir gezegen keşfetmeyelim" gibisinden açıklamalar geldi. şimdi böyle bir görevlendirme haberi ile, "uzaylı arkadaşlar"ımızın yakında gezegene varacakları düşüncesinin yeşil ışığı yanıp sönmeye başlıyor ister istemez. temas sağlandığında şoke olmayalım diye alıştırıyorlar zihinleri ha? uzaylıların ve aslında tanrıların, hayvanların, bitkilerin, doğanın, kısacası, insanın nesne edindiği her şeyin, "insan gibi" davrandığı/davranması gerektiği sanrısı karşısında şaşırmamak zor. her şeyin ardında insan aklı var sanki. öyle ya, uzaylılar gelecekler ve derhal diplomatik kurallara uygun, bin yıllık insan gibi davranışlarda bulunacaklar; lider soracaklar, krallarla görüşecekler, gerekirse savaş çıkacak, bir dolu acı, kan, kusmuk, televizyon yayını ve sefalet galaksiye yayılacak! insanların estetik anlayışları değiştikçe hem biyolojik hem de araç - gereç formları değişen uzaylı arkadaşlarımızın, mazlan teyze'nin kalabalıklar arasından "çekilin yahu, ben konuşacağım, bana verildi görev, açsanıza yolu be!" çığlıkları karşısında bir bruce willis gülümsemesi ile "tiplere bakın hehe" diyeceklerini düşünüyorum. hayalimdeki uzaylılar öyle tipler işte. sonra tüm lazer silahları kızartmaya ayarlanacak ve mazlan teyze toz ve gaz olmadan hemen önce "piramitleri göstertecektik size, ıhlara vadisini gezdirecektik, ne hayallerimiz vardı, uranyum anlaşmaları imzalayacaktık, zamanlar - mekanlar arası tüneller inşa edecektik, burp" gibi şeyler söyleyecek. bence işte tam da böyle olacak, çünkü "öyle" ya da "şöyle" olmasından daha mantıksız değil gibi? güncelleme (280810) : haber bm tarafından yalanlanmış, "çok saçma" denmiş, teyzenin wikipedia sayfasında da açıklama bulunuyor. haber: uzaylılara "hoşgeldiniz" diyecek görsel: walterkrudop.com

devamını göster

24 Eylül 2010

en kahraman rıdvan - "pislik"

en kahraman rıdvan sonunda piyasaya çıktı. bülent arabacıoğlu'nun yarattığı bu şahane karakterin ilk macerasının ismi "pislik". kitapta öykünün nerede ve ne zaman yayınlandığına dair doğrudan bir bilgi yok. ( elbette gırgır'da ve kitap sonunda bulunan, bülent arabacıoğlu'nun hayat öyküsüne göre 1980 yılında...) 

ilban ertem'in vicdan'ı gibi, "pislik" de özenilerek hazırlanmış, pırıl pırıl kağıda basılmış ve neredeyse klasik mizah dergisi boyutlarında. 

bu ilk macera ile "saçlı" rıdvan'ın "kahraman" olmaya karar vermesini, bu karara neden olan şeyleri, kendisine örnek aldığı çizgiroman karakterlerini, gözlerinin neden ve nasıl bozulduğunu ve istanbul'a nasıl geldiğini öğreniyoruz. 

bu seri yıllardır oldukça çok sayıda "en kahraman rıdvan" ya da bülent arabacıoğlu hayranı tarafından "umutsuzca" bekleniyordu sanırım. en azından benim pek umudum yoktu. hele böyle ilk maceradan itibaren yayınlanması gerçekten heyecan verici. uykusuz ve mürekkep yayıncılık takdir edilesi bir iş yapıyor, umarım hıbır'da yayınlanan öyküler de dahil olmak üzere tüm "en kahraman rıdvan" maceralarını yayınlarlar.

  tarama0001 

en kahraman rıdvan - pislik bülent arabacıoğlu mürekkep basın yayın / uykusuz çizgi dizisi

devamını göster

16 Eylül 2010

the echo park : zamanda yolculuk marketi

"the echo park" öğrencilere destek amacıyla satışlar yapan, los angeles'ta bulunan bir market. burada satılan şeyler, genellikle zaman yolcularının ihtiyaç duyabileceği, eğlenceli etiketlere sahip, garip ürünler:
viktorian tarzı ipod'lar, realizm, nihilizm, sosyalizm şurupları (şurup galiba, öyle birşey işte), 1985 yılında üretilmiş, taze ve lezzetli çörekler, robotlar için duygu kitleri...
bir ürün kapıp "bunun son kullanım tarihi geçmiş!" diye karşılarına dikilme şansın yok hani; "altı ay önce gel madem öyle!" diyeceklerdir! eh, tamam o zaman.
bir gazete haberi okumuştum yıllar önce; dolandırıcılık muhabbeti. şu kadar para ver, seni listemize alalım, zaman makinesi icat edildiğinde seni kendi zamanından alıp istediğin bir zamana aktaralım, diye para toplayan birilerinin "yakalandığı" haberi. ironik tabii.
marketin fotoğraflarını scott beale çekmiş; flickr üzerinden fotoğraf setine bakabilirsin, pek eğlenceli ve ilginç şeyler var dediğim gibi. şahsen kötü robotların belleklerini temizleyen zımbırtıyı almak isterdim.

Echo Park Time Travel Mart
Echo Park Time Travel Mart
Echo Park Time Travel Mart
Echo Park Time Travel Mart
Echo Park Time Travel Mart
Echo Park Time Travel Mart
Echo Park Time Travel Mart
Echo Park Time Travel Mart
kaynak: laughingsquid.com

devamını göster

yüksek be!

daha önce söylemiştim, bende yükseklik korkusu var. aslında bir güvende hissetmeme duygusu, kopacak, parçalanacak, patlayacak endişesi neden oluyor buna. araba, otobüs, tren de sıkıntı yaratır bende. bir de yüksekteysem bu sıkıntı yükseklikle orantılı artıyor. eşyaya, alete güvenmiyorum sonuç olarak: bin yıl bekler bozulmayı, kırılmayı, parçalanmayı ve sen yaklaştığın anda "evet zamanım doldu!" der ve hayatına irili ufaklı bokluk katar bu eşya, alet milleti! 

yandaki foto, aşağıdaki videodan [heh!]. iki abi, yaklaşık 550 metre yüksekliğinde, verici istasyonu gibi bir şeye tırmanıyorlar. bu 550 metreyi asfalta yatırsan, ne bu afra tafra dersin ancak gökyüzüne doğru yükseldiğinde karşısında saygıyla eğilmek zorunda hissediyorsun. öyledir; hepitopu üç metrelik biri çıksa karşına, "dileyim senden ne dilersem?" diye sorsa, şüphesiz, "en az üç şey dile abi" dersin ya, dersin, düşün, bu 550 metre! 

[ağızdan çıktığında basit gibi gelen şeylerdir şu ölçü birimleri, yaşadığın yerde yedi metrelik bir uzunluk tespit edebilirsen (salona geç salona) gözyaşları içinde hak vereceksin kalecilere!] 

şimdi şöyle bir şey var, sorumlulukların ve ihtiyaçların karşılanamadığında zorunlu olarak çevreye bakınırsın ve sana "olanaklar" sunulur ya, işte, prensesi güldür akşama arkasına geç, şu bok çukurunu temizle bi' şarap parası falan filan... yani yapılması gereken [daha kötüsü hiç de gerekmeyen] [neyse] bir iş mutlaka vardır ve o işi yapmaya hazır onlarca insan kuyruktadır.
- selam, eve bi' şeyler götürmem gerek. - bir kule dikeceğiz, 550 metre! - [hıms, 1000 metre değilmiş en azından. heh!] dikelim abi? - yarın sabah altıda gel. aslında dokuzda ya da on birde gelsen de olur ama çağ az uyumanı gerektiriyor. - önemli değil baba, hiç hatırlamam zaten düşlerimi.
neyse, abartmayım; insanlık için iyidir mutlaka, o kulenin dikilmesi. yüzlerce kilometre uzaktaki insanların hayatını kolaylaştırıyordur, şudur budur. demek isterken uzattım ama demek istiyorum ki, insanlık çok şaşırtıcı şeyler yapıyor. 550 metre yüksekte somun-civata işi yapıyor; o da yetmiyor, hani yaptın bitti, orda dursun değil, arada sırada bunların bakıma, tamire ihtiyaçları oluyor. 

haydi çık ta ebesinin... 

belki de adrenalin manyaklarıdır, üzerine para verebilecekleri bir şey için deli para alıyorlardır, bilmiyorum ama, şu video, evet, kan basıncımı oynattı! daha yarısında "eh yeter, hadi inin, yeter, lütfen!" dedirtti bana.


devamını göster

26 Ağustos 2010

worms reloaded

capsule_616x353

bilgisayar oyunlarıyla hiç ilgilenmeyenlerin bile bayıla bayıla oynadığı bir oyundur worms. bulaşıp da seven için illa ki özel bir yeri vardır. ta ilk çağlardan beri insanlar, kurtçuk takımlarını karşı karşıya getirmekten, bu sevimli pisliklerin ölüm çığlıklarını duyarak coşmaktan hiç vazgeçmediler. öyle.
daha önce "3 boyutlu yapalım biz bu oyunu, çağa ayak uyduralım" gibi saçma şeyler düşünen ve hatta bu düşüncelerini hayata geçiren yapımcı firma çalışanları, "yok abi eskisi çok daha eğlenceliydi, worms bitti abi, nerde o eskinin wormsları!" diye özetleyebileceğim olumsuz eleştiriler karşısında geri adım atmak zorunda kaldılar ve worms reloaded 2 boyutlu, enfes tasarımıyla piyasaya çıktı.
elbette daha çıkmadan gaza gelip oyunu satın aldım. bana da bu yakışırdı zaten. o kadar zamandır çeşitli web servislerinde ve sitelerinde kullandığım profil resminin baskısı vardı(!) bir yandan da üzerimde. bazı şeyler üzerine yapışıyor insanın; oysa umrunda değildir ya!
worms diyordum, evet, işte bu worms denilen oyun, bilindiği gibi (ya da öyle biline) eş dostla ya da internet üzerinden başka kullanıcılarla oynandığında keyif verir. yani tek başına oynarsan da keyiflidir ama her ne kadar dört dörtlük yapay zekaya sahip olsalar da sinirlenen, intikam ateşiyle kuduran ya da abuk sabuk komik şeyler yapan "canlı" düşmanlar kadar keyif vermez rakip kurtçuklar. kısacası, "oaaah geber it!" diye bağırabilirsin bilgisayara karşı ama bilgisayar "şimdi sıçtım çarkına!" diye cevap vermez, veremez, hep sakin duru o icat.
oyun (sanırım şimdilik) steam üzerinden satılıyor. steam küçük bir program aynı zamanda. bu programı hangi bilgisayara kurarsan, o bilgisayara satın aldığın oyunu indirebiliyorsun (dolayısıyla, birden fazla bilgisayarda oynayabiliyorsun oyunu). zaten dosya boyutu oldukça küçük, pırt diye iniyor.

video, toplam 35 görev içeren "campaign" bölümünden, 31. görev:


[kapışmak isteyen olursa, steam kullanıcı ismim: obeca.]

devamını göster

24 Ağustos 2010

geçilmesi zor yer ve iki düşman asker

eh
1. asker: alaaarm!
2. asker: yuh! atladığı yere bak! yapışırsın yere öyle işte! hah ha!
*
1. asker: alaaarm!
2. asker: o-ha! oradan atlanır mı be! yazık oldu elemana.
*
1. asker: alaaarm!
2. asker: oof of of! çok pis düştü be!
*
1. asker: alaaarm!
2. asker: yuh! atladığı yere bak! yapışırsın yere öyle işte! hah ha!
*
1. asker: alaaarm!
2. asker: ben sanki bu anı daha önce yaşamıştım biliyor musun? çok garip.
*
1. asker: alaaarm!
2. asker: heyt be koçuma bak; bir an atlamayı başaracak sandım!
*
1. asker: alaaarm!
2. asker: ben sanki bu anı daha önce yaşamıştım biliyor musun? hatta sonra da böyle demiştim, yani bu dediğimi demiştim.
*
1. asker: alaaarm!
2. asker: yavaş ya! ne bağırıyorsun ödüm koptu! düştü geberdi, sakin ol!
*
1. asker: dejavuu!
2. asker: hah ha! hakkatten ha! bazen sana da oluyor mu bu anı daha önce yaşamışız gibi? neyse, sigaran var mı?
*
1. asker: alaaarm!
2. asker: o kolay da, neden biz burada dikiliyoz hep o atlıyor? biz de atlayalım! ben kesin ilk denememde atlarım!
*
1. asker: alaaarm!
2. asker: erdim lan ben! sanırım? şimdi öldü ya, birazdan bir daha atlayacak ve sen yine "alaarm!" diye kıçını yırtacaksın. ne biçim bir hayat be bu?
*
1. asker: alaaarm!
2. asker: bir de şu var, bu atlamayı becerirse, inip bizi öldürecek, sonra devam edecek yoluna. bu atlayamadıkça ömrümüz uzuyor yani. gerçi çok monoton, özellikle seninleyken ama, en azından, ne bileyim, bu da bir şeydir.
*
1. asker: alaaarm!
2. asker: ikimizin tıpatıp aynı olması ne garip değil mi? bak sana ilginç bir soru: buraya gelmeden önce ne yaptığını hatırlıyor musun? hah ha! evet, sanki hayat burada başladı değil mi?
*
1. asker: alaaarm!
2. asker: yuuuh! bu kaçıncı denemen hıyar!
*
1. asker: alaaarm!
2. asker: oğlum senden nefret ediyorum. ondan da nefret ediyorum, çok beceriksiz olduğu için ama senden ayrıca bir nefret ediyorum.
*
1. asker: alaaarm!
2. asker: öf, içme fenalık geldi. içime fenalık bastı mı denirdi yoksa? aman neyse yahu!
*
1. asker: alaaarm!
2. asker: ya siktiret alarmı falan, akşam bize gelsene, beraber film falan izleriz?
*
1. asker: alaaarm!
2. asker: alaaarm! öf!

devamını göster

19 Ağustos 2010

lucky louie

"lucky louie" benzersiz bir komedi dizisi. tek çocuklu bir aile ve onların enteresan akraba ve arkadaşlarının başından geçen komik şeyler seyirci kahkahalarıyla desteklenerek izleyiciye sunuluyor. "bana yarım saat ver, anlattığına benzer en az 3 dizi getireyim" demek geliyor olabilir içinden ama dur bi' dur!
ingiliz dizilerini bir kenara koyarsam, çünkü amerikan dizileriyle kıyaslandığında çok daha özgür ve sivridir dilleri, lucky louie, gördüğüm en samimi (açık sözlü, dobra vs), edepsiz ve gerçekçi komedi dizisi diyebilirim. içerikte sahici olduğu kadar, teknik olarak da sahici: bir tiyatro havasında. dizi, seyirci huzurunda çekilmiş, yani her kahkaha canlı ve benzersiz; sürekli aynı aygır teyzenin ya da abinin böğürerek gülmesi kulağı tırmalamıyor.
kendisi gibi stand-up gösterileri yapan iki arkadaşını (jim norton ve rick shapiro) da yanına alan louis c.k. (evli ve iki çocuk babası), bu şahane dizinin yaratıcısı ve merkezindeki adam. oto tamircisi. kendisi gibi küfürbaz karısı (pamela adlon) ile fırlamalıkta sınır tanımaz bir kızı var. bir de tabii, dediğim gibi eş dost, bir dolu "kırık" ama sahici tip!
komedi dizilerinde gözüme, kulağıma, aklıma batan şeyler vardır: gülme efektleri, evet, çok kişi sevmez, zaten modası da geçti. bir karakterin her bölümde "tahmin edilebilir" şeyleri yapması ya da tekrar tekrar aynı şeyleri yapması. herkesin espri yapmaktan başka bir derdi, sıkıntısı olmaması; bir cennet havası! çocuksu bir cinsellik ya da cinselliğin (hem eylem olarak hem de sözel olarak) geçiştirilmesi. mesaj kaygısı ya da "işte herşeye rağmen en doğruyu gösterme" derdi. bakımlı ve zengin evler, kıyafetler; "nerden buldun lan o kadar parayı?" sorusuna/sorununa hiç girmeden bir dolu zengin olanağa kolayca erişebilmeleri.
lucky louie, yukarıda mızmızlandığım klişelerden oldukça uzak, tam değil elbette, oldukça işte... daha ilk bölümden itibaren kendine bağlıyor insanı. ilaç gibi geliyor! evli bir çift elbette böyle şeyler konuşur, diyorsun, bir çocukla yaşamak zor lan, diyorsun, hah-ha! yürü be! diyorsun.

işte tam da şöyle başlıyor dizi:



[eğer izleyeceksen, dizi bitti diye kapatmamalı: yazılar geçtikten sonra da bombalar var.]

not: dizi, hbo kanalında, tek sezon yayınlandı. belki böylesi daha iyi oldu (bkz: bir karakterin her bölümde "tahmin edilebilir" şeyleri yapması] bununla beraber, louie isminde başka bir dizi var. izlemedim ama sağlammış. [220810: izledim, şahane. tekrar tekrar izlenecek cinsten. hatta diyebilirim ki, lucky louie yanında fazlasıyla sönük kalıyor.]

devamını göster

27 Temmuz 2010

140 yepyeni gezegen...

...bulunmuş, son 6 hafta içinde. gazete haberi şöyle: "astronom dimitar sasselov, oxford’da bir bilimsel konferansta yaptığı açıklamada, geçen yıl ocak ayında yörüngeye yerleştirilen kepler uzay teleskobu ile yapılan gözlemlerde, dünya’nın ölçülerine yakın 140 değişik gezegen keşfedildiğini belirtti."
samanyolu galaksisinde, yaşam koşullarına sahip olabilecek 100 milyon civarında gezegen olduğunu düşünüyormuş uzman abiler. iki yıla kadar dünya gezegeni benzeri yaşam olanaklarına sahip 60 tanesini belirlemeyi umuyorlarmış. yavaş yavaş bavulları hazırlamaya başlamalı, ıvır zıvırı kolilere tıkmalı...
bu haberler heyecan verici. "bir kamyon 'uzaylı' varlık keşfedilebilir, vay be!" gibi heyecanların yanında, "işte yeni yuvalarımız!" gibisinden heyecanlar var. eski dert: ilk biz gördük, o halde bizim!
sanki 140 elma, portakal, dut bahçesi keşfetti adamlar! garip bir kendine güven duygusu. şu gök, deniz, masmavi gökyüzü hepsi bizim için, öten kuşlar, geçen kedi falan, hepsi bizim için, duygusu. ah 140 yeni gezegen, gezegenlerimiz!
geçen gün bir türlü öldürmeyi başaramadığım karasineğe, "ey pislik! karasineklik uygarlığında gelebileceğiniz en üst nokta, seni öldürmeye çalışanın kafasına konmamak olacak; tamam ama kaç bin yıl bekleyeceğiz lan bunun için!" diye haykırdım. o... çocuğu anlamadı bi' bok tabii, derdi neyse, iki gözüm ile burnum arasına çizdiği hayali üçgeni hedefleyen dalışlar yapmaya devam etti.
sadece karasinekler için geçerli değil, tüm canlılar için "gerekli olan" tek uygarlık seviyesi, kendilerini insanlardan korumaya yetecek kadar olmalı; fazlasına gerek yok; gerek olsa kurarlardı zaten!
iki yıl ya da 50 yıl sonra, tüm araştırmalar, testler, gönderilen astronot maymunların raporları sonucunda, 300 adet, dünya gezegeni benzeri şartlara sahip gezegen keşfettiler ve oralara gitmeye karar verdiler diyelim. inandırıcılıktan uzak değil: 100 milyon gezegen içinde 300 tanesinde de yaşam olsun hani; yoksa ne anladım o zaman ben bu evrenden! bunların da 250 tanesi birilerinin dalmasını öylece, sahipsiz bahçe gibi bekliyor olsun; silahlı birileri koruyor olmasın yani, işte günahsız bitkiler, hayvanlar, temiz bir hava falan... insanlığın, galaksinin geleceği ve mutluluğu için yapması gereken bir iki şey var işte tam bu aşamada. öncelikle dünya gezegenini tamamen terk etmek gerekiyor, en azından üç beş bin yıl bir havalansın, kendine gelsin börtü böcek. dünyadan da öyle hurra gemilere, laylaylom diye ayrılmamalı insanlar. 250 gezegenin hepsinin de dünya gezegeninin bir benzeri olması gerçekten galaksi için tehlike oluşturur! o yüzden yola çıkmadan önce sınıflandırmalar yapılmalı. ırklara, dinlere, ülkelere, hayat görüşlerine, ekonomik sistemlere, saç rengine, boya, kiloya, müzik zevkine, internet tarayıcısı tercihine, akla ne geliyorsa artık; işte ona göre gemilere binmeli insanlar* ve bu 250 gezegene öyle dağılmalılar. hem şuyum, hem buyum diyenler olacaktır, eh, bir karar versinler onlar da. baktı olmuyor, öbür gezegene geçer, ya da altı ay orada altı ay diğerinde yaşar, koskoca 250 gezegen, mutlaka birinde rahat edecektir!
hem böylelikle, alman gezegeni, budist gezegeni, metalci gezegeni, sarışınlar gezegeni gibi gezegenlerin renklendirdiği samanyolu galaksisi, çok uzak galaksilerden gelen turist uzaylılar için de unutulmaz bir keyif bölgesi olacaktır.
*olur mu olur!

devamını göster

01 Temmuz 2010

sonisphere festival - istanbul 2010

sonisphere seyirci

hem yolculuğun verdiği yorgunluktan dolayı hem de "daha üç gün ayaktayız, erkenden koşturmayalım" düşüncesinin eş dost arasında yaygın görüş olmasından, ilk gün pentagram sahneye çıkmadan hemen önce girebildik sahaya. yıllar sonra ilk defa izlediğim pentagram'ın solisti murat ilkan, ayakta durmakta güçlük çekmesine rağmen sahneye çıkıp bir dolu parçaya vokal yaptı. daha sonra "alice in chains" çıktı sahneye. çok sağlam grup ancak yıllardır hep aynı şey olur, bir iki parçasını bildiğim bu grupla ilgili olarak; ya bir telefon gelir, ya acil bir işim çıkar, ne bileyim tam o sırada elektrikler kesilir! bir de tim burton'ın "ed wood" filminde var bu kara büyü; yıllardır ne zaman "eh artık izleyim şu filmi" desem, ya dünyaya istilacı uzaylı gemileri yaklaşır, ya zombi saldırısı olur, illa bir şey engeller! benden kaynaklanmıyor yani bu türden şeyler hakkındaki bilgisizliğim, öyle.
öyle, böyle derken, sahneyi kapadılar kocaman siyah bir perdeyle. yaklaşık bir saat bekledik. bir dolu alevli sahne gösterisi bekliyorduk, herkes bekliyordu, bir de sahnenin hemen kenarına botu koydular; "seeman"ı çalacaklarını düşündüm doğal olarak. kısacası, aksiyon dolu sahneler göreceğimizden emindik.
"herkesin telefonunda kamera var, hatta öyle bir çağdayız ki, azıcık 'fokuslansak' beyin gücümüzle bile görüntü kaydedebileceğiz neredeyse; şeyini sallasan kameraya çarpıyor!" diye düşünsem de, ilk gün kamerayı yanıma almaya cesaret edemedim; işte böyle küçük pişmanlıklarla dolu hayat. alice in chains'de bir türlü istediğim kalitede fotoğraflar çekemediğim için ve bununla beraber kardeşimin kısacık bir süre içinde benden kat kat yetenekli olduğu ortaya çıkınca, fotoğraf çekme işini ona devretmek durumunda kaldım ve zaman zaman ağzım açık şekilde ve genel olarak hareketlerini kontrol edemeyen bir beyinsiz gibi izledim konseri.
dediğim gibi, alevleri bekliyordum ama sahnede adam yakacak kadar abarttılar; havai fişekler illa ki olacaktı ama fişekler seyircilerin üzerini yalayarak geçti, neredeyse sahnede patladılar; sahnede bir dolu aksiyon olacaktı, mutlaka, ancak her bir şarkıda sahne neredeyse tamamen değişti, patladı, yükseldi, dibe girdi, titredi... botu da görmüştük, seaman'ı çalacakları kesindi ama hayır, bu sefer başka şarkıda "yüzdü" bot.

DSCN2076

DSCN2091

DSCN2097

DSCN2106

DSCN2142

DSCN2145



ikinci gün özellikle kardeşimin isteğiyle volbeat'i izlemek için erken gitmeye karar verdik. kolay bir karar değil, h.cepkin'den kaçmak olanaksızlaşıyor böylece çünkü. işte öyle de güzel grup volbeat, uğruna fedakarlık yapmaya değer! tabii ki fıstık gibi çaldılar. genellikle anlam veremediğim ve hiç de ilginç, estetik, şu ya da bu bulmadığım çığlık çığlığa geçen bir saat sonrasında, yere oturup enerjimizi ve sinirimizi boşalttık ve manowar'ın sahneye çıkmasını bekledik.
manowar, kurulduğu gün nasıl kafadaysa şimdi de aynı kafada sanırım. elbette çok yaşlı amcalar bu sahnedeki "krallar"; hem de bir çok ülkede "orduları" var! bu oyunun eğlencesi yeter aslında. umarım onlar da bizim kadar eğlenceli buluyorlardır tavırlarını, yani ne bileyim, joey demaio'nun çocuğu, annesine "babam sefere mi gitti anne?" gibi bir şey sormuyordur! çünkü çok ciddi görünüyor amcalar tavırlarında, amerikan güreşçileri kadar en fazla belki, ama ciddi gibi işte.
joey demaio gitarı bir kenara bırakıp, eline mikrofonu alıp, türkçe konuşmaya başladığında sanırım kimse bu konuşmanın neredeyse beş dakika süreceğini tahmin etmiyordu. dio'nun ölümü, türk seyircisi ve istanbul üzerine konuşan amcamız, "big four"a laf etmeden de geri durmadı; boru mu: "kings of metal!"

DSCN2245

DSCN2275

DSCN2266

üçüncü ve son günün uzun ve yoğun geçtiği kesin. çok da yorucuydu benim için; önceki iki gün, gündüz konserler, gece "bi' bira içer kalkarız" diye başlayan ama sabaha kadar süren muhabbetler yüzünden. bu tür nedenlerle anthrax'a ucu ucuna yetiştik. slayer hariç diğerlerini doksanlardan beri pek takip etmediğim için "umarım çalıştığım yerlerden sorarlar" gibi bir ruh hali içindeydim.
anthrax sahneye çıktığında, "şaka gibi" görünen festival programının tamamen sahici ve gerçek olduğu kafalara dank etti sanırım. yıllar önce sadece teyp kasetlerinden bildiğim, parçalarını tekrar tekrar dinlediğim grupları canlı izleyeceğim gerçeğinden bahsediyorum. posterlerini asardık ya duvarlarımıza: paraları birleştirip alabildiğimiz, çok zor bulunan yabancı dergilerden çıkma, arkalı önlü posterleri asarken, arkada kalan fotoğraf da aklımızda kalırdı. [öyle valla, duygu seli!]
her neyse, anthrax tam da beklediğim gibi, eğlenceli, enerjik ve kendine özgü havasındaydı. indians ve antisocial özellikle beklediğim parçalardı ve ikisini de çaldılar; gerisi zaten güzeldi.

DSCN2496

DSCN2504



dave mustaine'in konserlerdeki vokalleri üzerine "bi' arkadaşı" sinir etmeye yönelik bir kamyon geyik çevirdikten ve tüm bunların karşılığı olarak irili ufaklı darp eylemleriyle karşılaştıktan sonra durum ciddiye bindi, adamlar sahneye çıktı. her ne kadar "peace sells..." parçasının, daha önce taklit ettiğim [eskiden gibson gitar sesini de taklit edebiliyordum(!)] mustaine vokali girişinin, evet aynen taklit ettiğim gibi olması biraz gülme etkisi yaratsa da, yıllardır beklediğim, keşke dediğim bir şeyle karşı karşıya olduğumun ciddiyeti, hazzı ve bilinciyle izledim bu efsane grubu.
zamanında bıraktığım megadeth'in iki sevdiğim elemanı (nick menza ve marty friedman) ortalıkta olmasa da, ses sistemi kötü olsa da (ki biz "sosyete" bölümünde olduğumuzdan, ses kalitesi bakımından zaten dezavantajlı durumdaydık; öyledir ya, biraz uzakta olmak gerek daha güzel ses alabilmek için) ve dave musteine her zamanki gibi soğuk nevale olsa da, sadece "hangar 18"i canlı dinlemek bile yetti bana.

DSCN2646

DSCN2581



en az rammstein kadar slayer'ı da bekleyen biri olarak, asıl olaya geldiğimizde gerçekten heyecanlandım, yani onlar sahneye çıktıkları anda. sahne de, belki de tüm festivalin en sade sahnesiydi; sadece slayer!
her biri ayrı ayrı canavar olsalar da, hani metallica'yı belki iki nedenle ayrıca dışarda tutabilirim (çünkü daha önce 1.16 kere izlemiştim ve '91 sonrası yaptıkları müzik hakkında gerçekten pek ilgisizdim) slayer ya da slayeaaaaaaaar, her zaman takip ettiğim, ne bileyim çok daha önem verdiğim bir grup oldu benim için. kısacası, en az rammstein kadar slayer'ı da bekleyen biri olarak, asıl olay budur benim için. gevezeliğe gerek yok aslında: çıktılar, çaldırlar; o kadar!

DSCN2726

DSCN2734





james, lars, kirk ve arkadaşlarına sıra geldiğinde pilim bitmek üzereydi. yere baktığımda ayaklarımdan yayılan kırmızı ışığı oldukça net görebiliyordum. neredeyse "semtin çocuğu" samimiyetine ve sıcaklığına bürünmüş james hetfield her ne kadar enerji verse de konserin son beş altı parçasını uzak, köşe tribünde izledim.
başta basçıya laf soktum sanılmasın, iyi biridir, hiç şüphem yok ama "arkadaşlar" derken, evet, bas gitarist ve seyirciler demek istedim. tüm gün boyunca on numara olan seyirci, metallica'da coştu. tıpkı anthrax'ın yaptığı gibi, metallica da seyirci ile hatıra fotoğrafı çektirdi. cep telefonları ve kamera/fotoğraf makineleri ile galaksi gibi görünen saha içi, james hetfield'ın özel isteğiyle sahanın her tarafı aydınlatıldığında, tribünlerle birleşerek, yüz bin kollu tek bir canlı gibi görünmeye başladı; gerçekten muhteşemdi.





ilk foto: ersin
diğer tüm fotolar ve anthrax, slayer (raining blood) ve megadeth videoları: mr.ming
sonisphere istanbul

devamını göster

17 Haziran 2010

in bruges ve soysuzlar çetesi

bu iki filmin bir dolu ortak özelliği vardır; ikisinde de vahşi cinayetler işleniyor, 10 numara mizah barındırıyorlar, diyaloglar şahane yazılmış, oyunculuklar muhteşem, birisi yönetmeninin ilk filmi, diğeri yönetmeninin son filmi falan filan ama aynı başlık altında yer almalarının asıl nedeni şu: bugün bu filmleri bir kez daha izledim.
"in bruges" yönetmen martin mcdonagh abinin ilk filmi. belçika'da bir şehir bruges: kanallar, tarihi yapılar, müzeler ve üç yüz çeşit bira. suç dünyasına ait adamların sokaklarında koşturdukları bir yer değil hani. senaryo ve öykü sağlam zaten ama bir de ortam böyle olunca (şahire başrol vermiş yönetmen, hatta filmin ismine kadar öne çıkarmış şehiri) evet, böyle olunca daha da sıradışı bir film olmuş.
yanlışlıkla bir çocuğun ölümüne neden olduğu için vicdanı sızlayan bir adam (para karşılığı insan öldüren biri; bak katil diyemiyorum bir türlü) ile onun daha yaşlı ve daha sakin ortağının, ortadan kaybolmak amacıyla, "sırf belçika'da olduğu için" kimsenin gitmediği bruges'a ("bok çukuru") varmalarıyla başlıyor film. daha sonra küfürbaz büyük patron, yaşlı olana, genç olanı öldürmesi emrini veriyor çünkü çocukları öldürmek cezasız bırakılacak bir hata değil ve elbette ceza ölüm. olay bu, ancak tüm bu karakterler bir yandan da "iyi" de olabilen tipler, ya da işte, kendi doğruları, kuralları var ve bunlar insani sonuçlar doğurabiliyor. diyaloglar ve içinde kalınan durumlardan ama asla aksiyondan kaynaklanmayan güçlü bir mizahi yapı var filmde. (daha önce ve daha sonra dediğim gibi). çoğunlukla ray ve harry karakterini merkeze alan ve hiç göze batmayan film içi göndermeler aslında çok daha yoğun planlanmış; çıkartılan sahnelerden rahatlıkla anlaşılıyor.
filmi dvd reyonlarında, olasılıkla "suç - macera" raflarına koyuyorlardır ancak ben olsam hiç duraksamadan "komedi" rafına yerleştirirdim. kendine özgü ve dediğim gibi çok sağlam bir mizahi yapısı var filmin.
dvd fıstık gibi hazırlanmış. yaklaşık 20 dakikalık bir çıkarılmış sahneler bölümü var ki filmi sevmiş biri kesinlikle izlemeli. (özellikle harry waters ile ilgili bölümleri). yapım belgeselleri, çekim hataları gibi bölümler de gayet güzel ama bruges şehriyle ilgili "olağandışı bruges" ve bir dolu bilginin yer aldığı "bruges'un etrafında tekne turu" başlıklı bölümleri çok beğendim.



teğmen aldo raine üzerinden "bu benim başyapıtım oldu" diyor bence tarantino ancak gerçekten öyle diyorsa onunla aynı fikirde değilim. ne düşünürsem düşüneyim, yine de film bomba gibi. benim için sinema salonunda hitler'i ve nazileri öldürmek yeter de artar bile ve insanlık için de, şu tatlı sahnesinin finali!
"inglourious basterds" ya da soysuzlar çetesi, bilindiği gibi tarantino'nun son filmi. şimdi bu yazıyı okuduğunda yıl 2018 falansa çok anlamsız gibi gelecek ancak bu yazının tarihi durumu düzeltecektir. böyle saçma bir ayrıntıyı dile getirme nedenim, dvd kapağına, "quentin tarantino'nun yeni filmi" yazmanın saçmalığıyla yarışma arzusuna kapılmam. ama evet, belli ki kaybettim bu yarışı.
yani daha kapağına baktığım anda böylesi şahane bir filmin dvd sürümünün ne kadar özensiz hazırlandığını anladım. internetten film indirmeyin diye ağlayıp duran, dvd menüsüne ulaşana kadar dakikalarca geçilmesi olanaksız, sanki yıllarca öyle ekranda duran "yazılı ve görsel uyarı" koyan bu arkadaşlar, dvd'lerin kalitelli içeriklerle çekici hale geldiğini bir türlü anlayamıyorlar. ne de güzel olurdu şu film için çift diskli, bol içerikli bir versiyon hazırlasalardı. [ şöyle şeylerin bulunduğu şöyle bi' şey ]
yine de bir iki (toplam iki) başlık var, fazladan içerik olarak. oldukça kısa bir "uzatılmış ve diğer sahneler" bölümü ve daha sonra yanarak ve makineli tüfek kurşunlarıyla ölecek olan 300 kadar nazinin sinemada izlediği "nation's pride" filmi. film dediysem, altı dakika bir şey ama yeter de artar bile! oldukça komik ve hoş göndermeler bulunuyor filmde. hatta youtube'da varmış, burada da olsun:

(havuza düşen adamın çığlığına dikkat; evet, wilhelm scream ) ayrıca bak: alternatif soysuzlar çetesi afişleri

devamını göster

07 Haziran 2010

wilhelm scream

1951 yapımı "distant drums" isimli western filminde, bir nehri geçen gruptan biri timsahların saldırısına uğrar. elbette içten bir çığlık atar.
daha sonra, 1953 yapımı "charge at feather river" isimli western filminde, wilhelm isimli kovboy, bir kızılderilinin attığı okla bacağından yaralanır. doğal olarak o da çığlık atar. bu haykırış, timsaha yakalanın eleman için kullanılan sesle aynıdır.
şimdiye dek 217 filmde (en son: iron man 2) kullanılan bu çığlığa, "wilhelm scream" ismini vermişler. filmlerin ses sorumlularının takıntısı, eğlencesi, hatta birbirlerine "selam gönderme" aracı olup çıkmış yani.
bu ses efektinin kullanıldığı yapımlardan bazıları şunlar: tüm star wars ve indiana jones serisi, the wild bunch, reservoir dogs, batman returns, die hard: with a vengeance, toy story, the fifth element, lethal weapon 4, the lord of the rings: the two towers, sin city, medal of honor: pacific assault... (evet sadece filmlerde değil)
karşıma çıkan filmlerde, ekranda bazı adamlar haykırırken, anlamsızca gülmeme neden olacak bir bilgi oldu benim için bu "wilhelm scream" dalgası.



ayrıca bak:
"wilhelm scream" muhabbetini öğrenmeme aracı olan kudra'nın friendfeed girdisinden: defalarca kullanılan gazete sayfası. bu da başka bir kaynak: slashfilm.com

bağlantı ve kaynaklar:
history of the wilhelm scream
hollywoodlostandfound.net
wikipedia
ekşi sözlük
sürekli güncellendiğini düşündüğüm film listesi

devamını göster

02 Haziran 2010

vicdan

efsanevi çizerlerden ilban ertem'in 1989 yılında çizdiği (emin değilim, hıbır için olabilir), 1991 yılında iletişim yayınlarınca kitaplaştırılan çizgiromanı "vicdan", mürekkep yayıncılık tarafından "uykusuz çizgiroman klasikleri dizisi" başlığı altında tekrar yayınlandı. [of, ne ciddi, mekanik bir cümle kurdum yahu.]
vicdan, dişi bir kedi. sokakta doğuyor, kısa süre içinde annesinden ve kardeşlerinden kopuyor, kendini sokakta (diğer kediler, köpekler, insanlar, arabalar vs arasında) buluyor. türlü şirinlikler yapmak suretiyle insanların kalbini çalıp, birçok eve girip çıksa da genellikle tekrar sokağa dönüyor ya da şutlanıyor. hem hanımefendi hem de sokakların fırlaması bir karakteri var hani. tek bir öykünün kedi kahramanı değil ama; başından bir dolu şey geçiyor ve ne olup bitiyorsa onun ağzından dinliyoruz, onun bakış açısıyla görüyoruz. kısacası, bu çizgi romanda insanların hiçbiri baş rolü kapamıyor.
zamanında dergilerde yayınlansın amacıyla çizildiği için bazı karelerde tekrarlar varsa da ("geçen haftadan devam") şahane bir çizgi roman. renklendirme harika, kitap kaliteli kağıda basılmış ve gerçekten özenilerek hazırlanmış. ancak, ilban ertem hakkında, çizgiroman hakkında girişte bilgiler bulunmaması gerçekten büyük eksiklik. hatta "vicdan" ile ilgili ilban ertem ile yapılmış bir röportaj bile olabilirdi. ne güzel olurdu.

vicdan-4
vicdan-2
vicdan-3
vicdan - ilban ertem
mürekkep basın yayın

devamını göster