26 Ocak 2010

lost horizon - 1937

[izledikten sonra oku bence diyeyim en başta...]
yazar, diplomat, asker ve geleceğin dış işleri bakanı robert conway, çin'in baskul şehrinden 90 batılı vatandaşı bulabildiği uçaklara bindirmek suretiyle kurtarıp, son görevini gerçekleştirir. kendisini ve yanında bulunan dört kişiyi ingiltere'ye götürecek uçağa biner.
zorlu kış şartlarında havalanan uçağın farklı bir yönde ilerlediğini, pilotlarının yerinde başka birinin olduğunu epey zaman sonra fark ederler. karlarla kaplı dağlık bir bölgeye düşercesine iner uçak, pilot ölmüş görünüyordur. fazla ümit yoktur, dağ başında, fırtınanın ortasında kalmışlardır.
yanlarında kendileri için hazırlanmış giysiler de getiren bir kafile ortaya çıkar, onları yüksek dağların çevrelediği ve bahar havası yaşanan shangri-la'ya götürür. ütopik bir kenttir burası, cehennem içinde, cehennemden kendini ayrı ve gizli tutmayı başarmış, sakin bir kent.
1937 yılında, james hilton'un aynı isimli romanından uyarlanarak, frank capra yönetmenliğinde çekilmiş lost horizon. çok para harcamışlar, devasa setler kurmuşlar ve fıstık gibi film yapmışlar. ikinci dünya savaşından neredeyse biraz önce, "savaşlardan, ölümlerden, para ve hırslardan uzak bir toplum düşünülebilir pekala da!" diyor film geneline bakıldığında. daha kente adım atar atmaz içine bir huzur doluyor robert conway'in; üç beş adım atmasıyla aşkı buluyor, eh hemen sonra da paldır küldür yere yuvarlanıyor... "sanki daha önce de buradaydım ben, her şey bana çok tanıdık ve huzur verici geliyor" diyor, bu durum kafasını karıştırıyor. "e ama sen hayatın boyunca böyle bir yerin hayalini kurmadın mı?" diyorlar ona.
ilk etapta her şeye şaşkınlık ve huzurla bakan robert, kısa süre sonra nerede bulunduklarını araştırmaya başlıyor.
robert conway: bay chang, tüm bu şeyler, kitaplar, enstrümanlar, heykeller... hepsi hamallar tarafından mı getirildi?
chang: evet.
robert conway: ama bu çok uzun sürmüş olmalı...
chang: yüzyıllarca, yüzyıllarca...
robert conway: tüm bu değerli şeyler için parayı nerden buldunuz?
chang: bildiğiniz gibi paramız yok. bir şeyler alıp satmıyoruz, kişisel servet peşinde de değiliz... çünkü burada birikim yapmayı gerektirecek belirsiz bir gelecek yok.
robert conway: tam bana göre. her zaman meteliksizim.

belki dönemin şartlarıdır bilmiyorum ama din denilince hristiyanlık cepte duruyor; her şeyin ardında hritiyanlık inancını terk etmemiş bir peder var sonuçta. yine de chang, "her türlü aşırılıktan kaçınma erdemini gerçekleştirmeye çalışıyoruz, aşırı faziletli olmak da buna dahil!" diyor. orta yolu bulalım, böylece mutlu oluruz, diyor. diğer cepte de aristoteles var yani. kısacası, bir şekilde gül gibi geçinip gidiyor shangri-la sakinleri. bir de aşk durumu var tabii. robert'in kardeşi george da aşkı buluyor burada ancak ilk fırsatta evine dönmek istiyor. yıllarca (uzun yıllarca, çok uzun) prensini bekleyen shangri-la sakini maria'nın da yardımıyla kaçabilmek için her şeyi ayarlıyor. burada ilginç bir durum var; kente ulaşmak, nerede olduğunu bulmak çok zor, neredeyse imkansız. kolay mı cehennemde cenneti bulmak! bununla beraber, kentten çıktıktan sonra, canlı kalabilmek için bedelini bir şekilde ödemek zorunda olduğun şehir hayatına ulaşman da çok zor: dağ - taş, kar - fırtına tüm bunlar yetmez bir de doğru yolu gösterecek rehberlerle anlaşman gerek...
george bildiği dünyanın ötesinde huzur bulamıyor belli ki, kaçırıldığını (bir anlamda doğru bu) ve tutsak hayatı yaşadığını düşünüyor; cehennemde de olsa, özgür iradesiyle hareket etmek istiyor. benzer şekilde, maria da cennet gibi bir yerde yaşadığı halde, aşkının peşine düşmek istiyor, gerekirse cehenneme doğru, hatta özel durumu nedeniyle öleceği söylendiği halde! kardeşinin kararlılığı ve maria'nın söyledikleri üzerine robert conway açmazda kalıyor: kardeşini yalnız bırakmak da istemiyor, huzuru ve aşkı bulduğu kenti de.
film iki saat civarında ama belki bir iki saatlik daha mevzu anlatılırmış; bazı şeyler eksik kalmış ne yazık. yine de "buna da şükür" denilebilecek bir durum var, filmin hemen başında, yıllar sonra yapılan çalışmalar hakkında bilgi veriliyor:
"film, ilk gösterildiğinde 132 dakikaydı. daha sonra 25 dakika kadar kısaltıldı. [savaş karşıtı mesajları yüzünden sansürlenmiş] 1967'de orjinal kopyanın hasar görmesi sonucu, eksiksiz bir kopyası kalmadı. 1973 yılında restorasyon çalışmalarına başlanmasıyla birlikte, 132 dakikalık eksiksiz bir ses kaydı bulundu. ancak filmin 7 dakikalık bir kısmı eksik kaldı. ses kaydı, eldeki filmden 7 dakika daha uzun olduğu için, eksik kısımlar donmuş karelerle ve fotoğraflarla tamamlandı."
bazı yerlerde de (gerçi tek bir sahnede fark ettim) eksik görüntüyü ses ile denkleştirmek için, çok kısa bir süre için sahneyi loop'lamışlar. şu dvd göstericilerde olur ya a-b noktasını belirlersin döngüye alır, öyle bir şey işte...

filmin ilginç başka bir özelliği daha var: lost horizon, bayıla bayıla izlediğimiz lost dizisinin dedesi olarak gösteriliyor bazı yerlerde. hiç de zorlama gibi görünmüyor bu bağlantı: kazazedeler haritalarda bile gösterilmeyen bir yerde garip yabancılarla karşılaşırlar. hasta olanlar iyileşiyor, insan ömrü defalarca katlanarak uzuyordur bu yerde. kimisinin tek istediği evine dönmektir, kimisi sonsuza kadar orada kalmak ister... tanıdık şeyler bunlar, hatta filmin ismi bile bağlantıları güçlendiriyor. lost dizisini yapanlar belli ki epeyce yaslanmışlar lost horizon'a.
ayrıca bu da ilginç; öyküye (kitaba) ilham veren olay:
dağcılığın ilk aktörlerinden olan ve ingiliz burjuvazisinin bir mensubu ola george leigh mallory himalayalar dağ silsilesinde bulunan 8848 m yüksekliğindeki everest dağına ilk tırmanan kişi olmak için harekete geçtiğinde bir gazetecinin “niçin everest’e gidiyorsunuz?” sorusuna “çünkü o orada” cevabını vermişti. o gün o soruyu soran gazeteci insanoğlunun aşmasının çok zor olduğu sayısız tehlikelerle dolu ve pek çok insanın vücudunun kaldıramayacağı ölüm sınırı olan 7000 metrenin üzerinde olan everest’e mallory gibi lüks içinde yaşayan bisinin sırf “dağ orada” diye çıkmak istemesine bir anlam verememişti. nitekim george leigh mallory 1924’deki çıkış denemesinde son olarak 8450 metre civarındaki kuzey sırtında görülmüş ve geri dönmemişti. 1992 yılında onu bulmak için yapılan ekspedisyonda cesedi bulundu. [kaynak]




lost horizon imdb
lost horizon: filmsite.org
filmden alıntılar: divxplanet.com

devamını göster

21 Ocak 2010

voodoo zombileri

haiti depremi (deprem!) sonrasında, bunca ölümü tanrı'nın adaleti diye yorumlayanlar oldu. tanrı, "şeytani" işler peşinde koşan(!) bölge insanını cezanlandırmış, bu görüşe göre. açlık, yoksulluk içindeki insanların on binlercesiyle beraber bir dolu da hayvan ölmüştür bu arada: voodoo kuşları, böcekleri, koyunları, tavşanları...
bir başka görüşe göre, tanrı'nın bile canlılarını umursamadığı haiti bölgesinde, amerikan hükümeti haarp projesiyle ilgili bir deney yapmış.
gezegenin kendi süreci değilse yani, bir güç, açmış atlası önüne, üzerinde haiti yazan bölgeye iğneyi batırmış demek ki. iğnenin de, bebeğin de, büyünün de büyüğü küçüğü oluyor belli ki.
bilindiği gibi türk voodoo'culuğu istenilen ya da korkulan düzeyde değil. hem zaten türk voodoo'culuğu diye bir şey de yok. onun yerine geçen bir kamyon şey vardır tabii, her kültürde olduğu gibi, büyü, muska, irili ufaklı şeytanlar falan filan...
bazı filmlerden, bir iki şarkıdan duyduğumuz bu voodoo nanesi batı afrika kökenli, ruhçu-animist bir dinsel gelenek olarak tanımlanıyor. bu inanışın, en fazla duyulan bölümü, büyü başlığı altında yer alıyor: voodoo büyüsü. en bilineni de, düşmanı temsil eden bebeğe iğne saplamak suretiyle yapılanı. "voodoo büyüsünün bilimsel açıklaması var mı?" diye sorulmuş, bilim ve teknik dergisine, şöyle yanıtlamışlar:

voodoo ölümü haiti kültürüne ait bir öğe. ölüm, kişinin kendisine büyü yapıldığına inanmasından hemen sonra, geçmişinde hiçbir fizyolojik neden yokken, zamansız bir şekilde gerçekleşiyor. ancak olur da bu süreç içerisinde söz konusu kişi büyünün bozulabileceğine ikna edilebilirse bu ölüm gerçekleşmeyebiliyor. bir kişinin tamamen psikolojik nedenlerden ötürü ölüme sürüklenebiliyor olması bizleri olduğu kadar doktorları da hayrete düşürüyor. ancak zihnin fizyolojik işleyişler üzerindeki etkileri konuyu aydınlatmakta yol gösterici olabiliyor:
• kişilik özelliklerinin ölüm riski üzerine etkileri voodoo ölümüyle yakın ilişki içerisinde. psikolojik etmenler, psikosomatik (psikofizyolojik) hastalıkları tetikleyebiliyorlar. yaygın psikosomatik hastalıkların arasında ise ülser, asma, kronik baş ağrıları, hipertansiyon ve koroner kalp hastalıkları geliyor.
• üzerine dikkat yoğunlaştırılan bir diğer konuysa "nevroz, şizofren ya da kişilik bozukluğu"na sahip hastaların sigara içme, dikkatsizce araba kullanma, sağlıksız beslenme ve alkol kullanımı gibi yüksek risk davranışlarını daha sık gösteriyor olmaları. bilim insanları, psikiyatri hastalarının zamansız ölüm risklerinin normal nüfusa göre daha yüksek olduğunu belirtiyor.
• kişilik tipleriyle koroner kalp hastalıkları arasındaki ilişkiyse bir diğer nokta. histeri, nevrotizm ve somatik şikayetler koroner hastalıkların ilk belirtileriyle büyük uyum gösteriyor. ancak yine de kişilik özelliklerinin birinin yaşam süresini kısaltıp kısaltamayacağına dair net ve kesin bir bulgunun olmadığının altı çiziliyor.
• son olaraksa kişinin stresle başa çıkma yöntemlerine değiniliyor. üç farklı başa çıkma yöntemi sıralanıyor: sabit, içe gerilim ve dışa gerilim. gerilimi psikofizyolojik tepkiyle (içegerilim) yansıtan hastalar onu öfke ve şiddetle (dışa gerilim) yansıtan hastalara göre daha yüksek zamansız ölüm riski taşıyor. bu kişiler, kaygı, iştah kaybı ve uyku düzen bozuklukları gösteriyor.
• sosyo-kültürel etmenlerin de ölüm zamanıyla ilişkilendirilebileceğine dair bulgular bulunuyor. duygusal bir bağla inanç duyulan, örneğin kutsal olduğuna inanılan günler içerisinde ölüm oranları artabiliyor. bu da bizlere voodoo ölümünün psikolojik ve sosyal etmenlerden nasıl da etkilenebileceğini gösteriyor
böyle, "uzaktan", düşmanlarını öldürebileceğin gibi, onları "zombi" haline getirip, öldürdükten sonra süründürme hırsıyla, köle olarak kullanabiliyorsun. elbette voodoo konusunda bir fırın ekmek (ya da başka ne gerekiyorsa onu) yemiş olman gerekiyor. çok kolay değil çünkü: daha kafadan, yıldırım taşı [yıldırım çarpması sonucu bir tepeden kopmuş ve bir yıl bir gün bekledikten sonra bir "houngan" tarafından dokunulmuş bir taş olmalı. (eğer bu bulunamazsa, kolomb öncesi dönemlerde sarawak kızılderililerinin yaptığı bir balta sapı.) ] bulman gerekiyor. işte, daha başlamadan biter zombi projesi! oysa ne de güzel olur, hem düşmanından kurtulursun, hem de onu tarlanda bahçende çalıştırırsın, üstelik tek öğüne! nasıl olsa gebermiş, çalışsın dursun pezevenk!
belli ki önemli bir nane bu voodoo.
tabii, ben bilmem, amerika bilir...

ayrıca bak:
alan parker'ın "angel heart" filmini anmadan geçmek istemedim.
bir de tabii ki, prodigy'nin "voodoo people" şarkısına pendulum yorumu: gözleri bağlı koşanlar

görseller: none-xiii ve thecraftyfox

devamını göster

18 Ocak 2010

sokak zor


orman da zordur, okyanus, çöl hepsi zordur mutlaka. aya gitsen orası da zor olacak. en fazla pislik sokaklarda var ama, ormanda yoktur o kadar, diğerlerinde de... öyle.

 

devamını göster

15 Ocak 2010

henry fuseli - "the nightmare"

zürih'ten, "görüşmek üzere johann" (heinrich füssli) diye ingiltere'ye uğurlanan, ingiltere'de herkesin henry fuseli olarak bildiği biriymiş bu tabloyu yapan çatlak adam. william blake ile çok yakın arkadaşmış. sadece resim yapmakla uğraşmamış yazılar da yazmış. 

the nightmare onun en ünlü eseri. kendisi bile birkaç ayrı versiyonunu yapmış tablonun. 

tabloda dikkati çeken dört şey var. at (ingilizce "mare" kısrak demek. ne ilgisi var, çünkü: night-mare. öyle diyorlar), incubus (uyuyan kadınlarla cinsel ilişkiye girdiğine inanılan bir tür iblis"miş), yatağından taşmış bir kadın (anna landolt isminde bir kadınmış, fuseli aşıkmış ona. kız da ona aşık mıymış, belli değil ama kızın babası istememiş fuseli'yi, kız başkası ile evlenmiş) ve üzerinde ne olduğu tem belli olmayan bir sehpa. 

resme bakınca, kabus'tan çok karabasan aklıma geliyor. bizim kültürde de (ve bir çok kültürde de) akla yatkın açıklaması yapılmış olmasına rağmen mistik bir şeymiş gibi görülen karabasan. ya da uyku felci. tamamen o heykelimsi yaratık yüzünden, kımıldayamaz ya insan... 

yukarıdaki en ünlü versiyon, 1781 tarihli. hemen aşağıdakini 1802'de yapmış fuseli.

 

 tarihi belli olmayan bir nightmare daha yapmış :

 
 
bir de, yine 1781 yılında bir çalışma yapmış:

 

 resim, londra kraliyet akademisi'nde, 1782 yılında sergilendikten hemen sonra çok ünlü olmuş. thomas burke, 1783 yılında bir baskı yapmış ve yayınlanan bu baskı elden ele dolaşmış:

 

 1784 yılında thomas rowlandson, "the nightmare"in renkli bir versiyonunu (karikatürünü?) yapmış:

 

 1800 yılında nikolaj abraham abildgaard yorumlamış resmi:

3885801023_70bd3535a2_z 

 daha kendi döneminde hem sanatçısı hem de başkaları tarafından epeyce yorumlanmış yani eser. tabii "gün geçmiyor ki bir gün daha geçmesin", milletin eli ayağı rahat durmuyor, bir dolu "kabus" versiyonu yapmış insanlar. işte onlar da (ağa takılmış olanların bir kısmı) şunlara benzer şeyler:

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
(gothic) (çok anlamsız oldu bu bağlantı) 


 ayrıca bak:

devamını göster

13 Ocak 2010

le voyage dans la lune - aya seyahat

1940'lı yıllardan itibaren doksanlara kadar geçen süre içinde sinema tarihinde yer etmiş (ama genellikle amerikan sinemasından) onlarca filmlik bir seri hazırladım kendime, hazırlamaya da devam ediyorum. (şimdilik: 120 civarında) 

tarih sırasına göre izlemeye başlayacağım bunları, canımı sıkan olursa elimin tersiyle bir kenara iteceğim; eh iyiymiş dediklerimi kendime saklayacağım, her şey de anlatılmaz ki; çok etkileyici olanları da işte bu düzleme taşıyacağım: yok aman şöyle oyunculuk, yok böyle hikaye, aman efendim bu ne yaratıcılık falan fıstık... 

işte bu plan dahilinde, en başlardan başlamaya karar verdim, sonra yıllar içinde zıplama yaparım çünkü sessiz sinemayı (genellikle) sıkıcı buluyorum. öyle değildir lan, bak biraz izle kesin seversin gibi telkinlere de (neredeyse) kapalı zihnim. 

1902 yapımı, le voyage dans la lune, georges méliès tarafından yönetilen bir fransız filmi. ilk fantastik kurgu filmi olarak kabul edildiği gibi, ilk konulu, ilk seyirlik, ilk dekor kullanılan ve ilk oyuncu kullanılan film olarak da kabul ediliyormuş. [imdb numarası 147, merak ettim, 1 numaralı film hangisiymiş diye, baktım, carmencita isimli bir kayıt çıktı. 1894 yılına ait! yuh! o tarihte insan var mıydı yahu gezegende? varmış tabii, al bana kanıt! hem de ne insan: edison çekmiş bu filmi!] 

aya seyahat, kısa bir film, 10 dakika civarında. hiç sıkıcı değil, pırt diye izleniyor. tabii daha net izlemek gerek. ayrıca altyazısı da var.

devamını göster

06 Ocak 2010

amerikan

"her şey tükendi" gibi bir şey hissedince derhal en başa dönme arzusu oluşabiliyor ya, ben de güncel dizilerden bunalıp 'muhteşem yabancı'yı izlemeye başladım. balki'yi izlerken aklıma borat geldi, borat gitti don carleone geldi, vay be dedim kendi kendime, amerika'yı amerika yapmak için tüm gezegen bir araya gelmiş sanki! 

"1532 kasımında bir gün, eski dünya ile yeni dünya çarpıştı. 168 ispanyol, peru'nun dağlık bölgesinde inkaların imparatorluk ordusuna saldırdı. güneş batmadan önce yedi bin insanı katlettiler ve inka imparatorluğu'nun denetimini ele geçirdiler." 

acıklı değil mi? alıntı, tüfek, mikrop ve çelik isimli kitaptan, bir saniye önceki bağlantıya tıklarsan, kitap tanıtımının şu soruyla başladığını göreceksin: "neden avrupalılar amerika'yı keşfetti de amerikalılar avrupa'yı keşfetmedi?" bu soruya paralel şöyle bir soru daha: "bir kıtanın ismi nasıl olur da bir insandan kaynaklanır*?" ikinci soru, birinci soruyu biraz olsun cevaplıyor gibi aslında! 

koca kıtayı kurgulamış avrupalılar, sonra tüm dünyadan damlamışlar işte, damlamaya da devam ediyorlar. vardır herkesin bir hayali, planı, şusu busu... bu kurgulanmış kıtanın (neredeyse) aynı isimli ülkesine yolu düşen "kurgusal" kişi ve varlıklardan aklıma gelenler şöyle birarada dursunlar istedim, böylece belki bir işe yarar? bilemiyorum şimdi, ne işime yarayacak? çoğunu çok sevdiğim, amerika'ya bir şekilde yolu düşmüş bu tiplerin başka ortak noktaları da vardır belki? 

ferdinand bardamu: 

aslında fotoğraftaki amca, louis ferdinand céline. bardamu, céline'in, "gecenin sonuna yolculuk" isimli romanının esas oğlanı. doktor. tanışsam çok sevebileceğim ancak çok büyük olasılıkla benden hiç hoşlanmayacak birisi. amerika'ya gidiyor, şöyle şeyler söylüyor: 

 (...) düşünsenize, onların o kentleri ayakta duruyordu, dimdik ayakta. new york, ayakta duran bir kenttir. daha önce de epey kent görmüştük bizler elbette ve bayağı da güzel kentler ve limanlar, hem de en fiyakalısından. ama bizim oralarda, yatar vaziyettedir kentler, değil mi, deniz kenarında ya da nehir kıyısında, manzaranın üzerine uzanıverirler, yolcuyu beklerler, oysa bu amerikalısı, o öyle ayılıp bayılmıyordu, hayır, kazık gibi duruyordu, orada, hiç de sikici değildi, ürkütücü bir kazık. 

dolayısıyla hıyar gibi dalgamızı geçtik. kazık yutmuş gibi inşa edilmiş bir kent, haliyle güldürüyor insanı. (212) 

(...) bir çulsuz için, herhangi bir yerde bile karaya çıkmak pek kolay iş değildir ama bir kürek mahkûmu için durum daha da beterdir, özellikle de amerikan ahalisinin avrupa'dan gelen kürek mahk'umlarını hiç ama hiç sevmedikleri dikkate alınırsa. 'bunların topu da anarşisttir' diyorlar. yani ülkelerinde yalnızca cebi mangırla dolu meraklıları ağırlamak istiyorlar, çünkü avrupa'nın tüm para birimleri, dolar çocuğudur. ben de belki başkalarının daha önce başardıklarını deneyerek, limanı yüzerek geçip rıhtıma varır varmaz bağırmaya başlayabilirdim: 'yaşasın dolar! yaşasın dolar!' bu da bir çözüm. bu şekilde kıyıya çıkmayı başarıp, sonradan da köşeyi dönmeyi becerenler varmış. ama kesin değil, yalnızca söylenti. (213) 

 bu bitmek bilmeyen sokak hüzünlü bir yara gibiydi, dibinde de biz, bizler, bir uçtan bir uca savrulan, bir acıdan ötekine, asla göremediğimiz sonuna doğru, dünyanın tüm sokaklarının sonuna doğru. 

araba geçmiyordu, yalnızca insanlar ve yine insanlar. 

burası, bana sonradan açıkladılar, paha biçilmez semtmiş, altın semti: manhattan. yalnızca yayan girilebiliyordu, kiliseye girer gibi. bugünün dünyasında banka'nın kalbinin attığı güzelim yer. yine de geçerken yerlere tükürenler var. bu ne cüret. 

taşı toprağı altın bir semt bu, tam bir mucize, hatta kapıların arkasından bu mucizeyi işitmek bile mümkün buruşturulan dolarların çıkardığı seslerde, daima fazlasıyla hafiftir o, yani dolar, gerçek bir kutsal-ruh, kandan bile daha değerli. 

onları, yani nakitleri korumakla görevli memurları gidip görecek zamanı buldum, hatta onlarla konuşmak için içeri bile girdim. mutsuzdular ve maaşları düşüktü. (220) 

 (don)vito (andolini) corleone: 

daha küçük yaşta kaçıyor amerika'ya vito. bardamu'nun sallamadığı, dalga geçtiği "yaşasın dolar!" çığlığını atmasa da, hayat, dolar'ın ne olduğunu öğretmek için zorladığında, durumu kavrıyor ve gardını alıyor. aşağıdaki diyalog, filmin hemen başında yer alıyor, amerika, adalet, güç, iktidar, intikam, saygı falan fıstık: 

 bonasera: amerika'ya inanıyorum. benim talihim amerika'da döndü. ve kızımı amerikan usulü büyüttüm. onu özgür bıraktım ama aile şerefini korumasını da öğrettim. bir sevgili buldu, italyan değildi. onunla sinemalara gitti. geç saatlere kadar kaldı. karşı gelmedim. iki ay önce kızım, sevgilisi ve diğer bir genç gezmeye gitmişler. kızıma viski içirmişler ve sonra da onu kullanmaya kalkmışlar. karşı gelmiş ve şerefini korumuş. o zaman, onu hayvan gibi dövmüşler. hastahaneye gittiğimde, onu burnu ve çenesi kırılmış buldum. çenesini bir arada tutabilmek için telle bağlamışlardı. acıdan göz yaşı dahi dökemiyordu. ama ben göz yaşı döktüm. neden mi? hayatımın ışığıydı. güzel kızdı. ama artık asla güzel olamayacak. dürüst bir amerikalı gibi polise gittim. o iki oğlan adaletin huzuruna çıkarıldı. hakim onları üç yıl hapise mahkum etti ama cezayı erteledi. cezayı erteledi! daha o gün serbest kaldılar! kendimi bir budala gibi hissettim. o iki piç kurusu bana gülümsedi. o zaman, karıma şöyle dedim, "adalet için, don corleone'ye gitmeliyiz." 

don corleone: neden önce polise gittin? neden önce bana gelmedin? benden ne istersin? 

bonasera : ne istersen yaparım ama ricamı da yerine getir. 

don corleone : neymiş o? 

bonasera : ölmelerini istiyorum. 

don corleone : bunu yapamam. 

bonasera : ne istersen veririm. 

don corleone : seni yıllardır tanırım ama ilk defa benden yardım istiyorsun. en son beni ne zaman kahve içmeye davet ettiğini hatırlamıyorum. karım, çocuğunun vaftiz anası olduğu halde. şimdi burada samimi olalım. asla arkadaşlığımı istemedin. ve bana borçlu kalmaktan korktun. 

bonasera : başımı derde sokmak istemedim. 

don corleone : anlıyorum. cenneti amerika'da buldun. iyi bir yaşam sağladın. polis ve mahkemelere güvendin. benim gibi bir arkadaş gerekmiyordu. fakat şimdi bana gelip diyorsun ki: "don corleone, bana adalet ver." ama bunu saygıyla rica etmiyorsun. dostluk önermiyorsun. bana baba demek bile aklına gelmiyor. kızımın düğününün olduğu gün bana gelip para karşılığı cinayet işlememi istiyorsun. 

bonasera : senden adalet istiyorum. 

don corleone : bu adalet değil ki. kızın hayatta. 

bonasera : o zaman, onların da kızım gibi acı çekmelerini sağla. sana ne kadar ödeyeyim? 

don corleone : bonasera, bonasera. bana bu kadar saygısızca davranmana sebep olacak ne yaptım? eğer bana dostça gelseydin, kızını mahveden o pislik daha bugünden acı çekiyor olacaktı. senin gibi dürüst bir adamın düşmanlarını ben de düşman belleyecektim. ve o zaman, senden korkacaklardı. 

bonasera : dostum olur musun? baba? 

don corleone : güzel. bir gün, ki o gün asla gelmeyebilir, senden bir hizmet isteyeceğim. (divxplanet.com


şeytan:

 the exorcist isimli korku filminde şeytan (model model şeytan var, buradaki arkadaşın ismi pazuzu) ırak'ta kazı yapan bir arkeolog rahibin küçük bir heykelcik bulmasıyla "aktif" hale gelir ve ırak'ın toz toprağında cildini karartacağına bir şekilde amerika'ya kapağı atar. ancak, prosedürü tam bilemesem de, şeytan'ın bir bedene ihtiyacı vardır. tutar, küçük ve neşeli mizaçlı bir kız çocuğunun içine kaçar. sonra gelsin psikiyatrlar, gitsin rahipler, ilaçlar, testler tedaviler olmadı (olmuyor da zaten) bol bol dua, bir miktar kutsal su.... 

yani pazazu efendi amerika'nın tadını çıkaramıyor, şöyle bir caddeleri gezme, manzarası güzel bir yerde beş dakika bir kahve içme şansına falan sahip olamıyor, onun bildiği amerika, bir çocuk odasından ibaret, daha doğrusu hoplatıp zıplattığı bir yataktan! 

bir başka açıdan bakılırsa, ki biraz zorlama olabilir, "the exorcist" aslında başka şeyler de söylüyor, söylemek istemese bile, düşündürtüyor işte: daha filmin hemen başında, hatta "the exorcist" yazısı çıktığı anda başlayan ezan ile beraber, bir din çatışması başlıyor sanki? dünyanın karın ağrısı diye nitelendirilse, "hımm, evet aslında, sanki öyle..." gibisinden düşünülebilecek orta doğu ve dolayısıyla o toprakların kültüründen geliyor kötülük, hem de olabiliğince kişilik kazanmış halde! sonra başlıyor savaş: haç ve vajina, kutsal su ve dua, nihayetinde, imansızlığın eşiğindeki bir rahibin büyük fedakarlığı. bir yandan da, tüm o duaların, sembollerin yine orta doğu kaynaklı olduğunu unutmamak gerek elbette. 

"ırak'ta taşların arasından çıkan şeytanı amerika yıllardır ırak'ın (ve orta doğunun) neresine, nasıl gömeceğini bulamadı" diye yorum yapabiliriz pekala, maksat konu konuyu açsın. hazır girişmişken komplo teorilerine, toprak altından çıkarılıp amerika'ya getirilen ve masum çocukların bile kanına giren şeytan, aslında petrol'ü temsil ediyor da diyebilir ve eşeğin götüne su kaçırabilir isteyen. 


e.t. (the extra terrestrial) :

  yani diyor ki amerika (ve aslında insanlığın büyük bölümü) biz yabancı sevmiyoruz! en fazla, kazayla gelmiş ve evine dönmeye çalışanına, sevimli olanına bir süre kollarımızı açarız, nerden gelirse gelsin! 

e.t.'yi en son ne zaman izledim hatırlamıyorum, belki ilkokulda, topluca sinemaya götürdüklerinde? ama çok etkilenmiştim, herkes gibi, aklımda kocaman ve halen içinde dişe dokunur neredeyse hiçbir şey olmayan bir klasör açılmıştı, herkes gibi. eleman sevimliydi, çocuklarla iletişime geçmişti (dolayısıyla kaptırabildiğin kadar özdeşim kurabiliyordun) ve hepsinden önemlisi, uçabiliyordu! 

uzaylı görmek, amerika'da yaşayanların tekelinde değil ama filmler söz konusu olduğunda, amerika, uzaylıların insanlara bulaşmak için tek tercih ettikleri yer! daha doğrusu yerdi. manituya şükürler olsun geçen sene district 9 ile bu klişe çok ciddi yara aldı, artık dünyanın kalan insanları da yeri gelecek lazerden kaçacak, yeri gelecek kozmik hastalıklara kapılabilecek... 

çünkü, evet, çocuk halimle filmden çok etkilenmiştim ama bir yandan da içten içe şu düşünce yüzüyordu, bir sorun olarak: uzaylılarla iletişim kurabilmek için en azından ingilizce bilmek gerek! hani, onun ne dediğini anlamaktan öte, ona bir şey anlatabilmek için! yok tabii öyle bir şey, ama çocukken insan kişisi fındık kafalı oluyor, henüz süpermen'i izlememişse, uçabilmek için bisikletin şart olduğunu düşünebiliyor örneğin. bisiklet alın bana diye yaygara yapabiliyor. e ama çocuğum, bisiklet kendi başına uçmuyor ki, uzaylı uçuruyor onu, diyecek olsan, o konu çoktan halledilmiş oluyor bebenin kafasında: o gelecek zaten, geldiğinde bisikletsiz kalmamak gerek! salak! sadece amerika'ya geliyor onlar!


 alf : 

sıkıcı, klişe ve hatta uyuz tanner ailesine uzaydan gelen bir konuşan köpek alf. işte bu kadar acımasızım. tanner ailesi yerine bundy ailesi gibi bir ailenin eline düşseydi, alf diye bir dizi olmazdı elbette, belki bir kısa film olurdu, unutulur giderdi... 

bir zamanlar bayıla bayıla izlediğim bu dizinin ilk bölümünü izledim geçenlerde. tam bir fiyasko oldu çünkü alf ile müşfik kenter'in sesi öyle bir özdeşleşmiş ki, gram keyif alamadım izlerken hatta beş dakika sonra bıraktım izlemeyi. 

tıpkı e.t. gibi alf'in de tek isteği evine dönebilmek, en ufak bir istila planı olmadığı gibi, kedi yemek istemesi haricinde hiçbir saldırganca tutumu da yok. 

tanner ailesi, bu uzaylı yaratığı hükümetten gizleyerek aslında takdir edilesi bir tavır takınıyorlar, sadece hükümetten değil, eşden dosttan da gizliyorlar tabii, gerektiğinde türlü türlü fedakarlıklarla bir yandan da epey yaramazlık yapan bu sivri dilli yaratığı korumaya çalışıyorlar. 51. bölge'de kesilip biçilebilecek (insanlık araştırma yapmak istediğinde, bir şekilde ilerleme kaydetmek istediğinde mutlaka kan döker ya) bir uzaylıyla komedi dizisi olmaz tabii. 

alf, ne kadar bok atsam da güzel diziydi, vitamin vermişti bir kuşağa. ekşi sözlükten, coolblue isimli kullanıcının yazdıklarından bir bölümü (kimse kızmaz umarım) alıntılamak isterim:
geçenlerde ilk bölümünü tekrar izlediğimde gülmekten çok gözlerim nemlendi. alf'in gezegeni toz zerrecikleri haline gelmiş; o güne kadar tanıdığı hemen herkes, yaşadığı hemen her yer, yani neredeyse tüm anıları da birer tozdan ibaret kalmıştır. ve o kendini, hiç bilmediği bir gezegende, hiç tanımadığı canlıların, insanların arasında bulmuştur. herşeye rağmen, şoku atlatıp da gözünü açtığı andan itibaren bardağın dolu tarafına bakmasını, gülümsemesini bilir alf. zaten görür ki kainat da ona gülümsemiştir; onu bulduğu gibi nasa'ya teslim edecek yan komşu ochmonek'lerin ya da herhangi bi başkasının garajına değil de böylesine garip görünüşlü bir uzaylıyı ailelerine kabul edecek kadar pırlanta kalpli tanner'ların garajına düşmüştür uzay aracı. bölümün sonunda alf çok ufak bir ihtimal olduğunu bile bile, ümidini yitirmeden, willie'nin telsiziyle uzay boşluğunun erişebildiği daracık frekans bandına "ben iyiyim, beni merak etmeyin, çok iyi bir ailenin yanındayım" mesajları yollar; belki geride kalan dostları duyar diye.


balki bartokomous: 

mypos adasından, kuzeni larry appleton'ın yanına, amerika'ya gelen balki, bizim televizyon kanallarında "muhteşem yabancı" ismiyle doğrudan kendisine endekslenen "perfect strangers" isimli dizinin, düz düşünen, açık sözlü, saf (iyi niyetli) ve dürüst karakteri. üzerine ayrıca laf etmeyeceğim borat karakterinin atası sayılabilir balki belki. tabii, dizinin yayınlandığı zamanlara uygun olarak, bazen sıkıcılık derecesinde iyi niyetli (mesaj kaygılı) bir tip; borat tüm abartısına rağmen hem daha gerçekçi kalıyor balki'nin yanında hem de daha gerçekçi olaylara, kavramlara bulaşıyor. ama nedir, balki adamımızdır, borat çıksın gitsin bi' yere... 

köpeğine kuskus ismini koyan, kebap ve baklava seven, tüm coğrafyaların en zararsızı kabul edildiği için sanırım balkan kökenli olmasına karar verilen balki'nin hem gerçek bir amerikalı olmak istemesi hem de içinden çıktığı kültürü olabildiğince yaşatmaya çalışması bir çelişkiye neden oluyor ve ortalamanın üzerinde paranoyak, evhamlı ve panikleme düşkünü kuzen larry ile bu çelişki çatıştıkça komedi ortaya çıkıyor. balki bir yandan amerikan hayat tarzını öğrenirken bir yandan da, zararsız, yıkıcı olmayan eleştirilerini her defasında kendi kültürüyle paralellik kurarak yapıyor. bir yandan da, evet tabii, dünyanın kalanına, siz uzak ülkelerin insanları, bakın amerikan hayatı ne biçim süper mesajı veriliyor dizide. (kıçımı kaşıya kaşıya, tamamen boş bir zihinle, aptal bir gülümseme ifadesiyle pırt diye izlediğim bu diziye böylesine çözümlemeye çalışır bir yaklaşımda bulunduğum için bir an utandım be kendimden, hay aksi...)


niko bellic:

  yine balkanlardan, yine kuzeninin yanına (roman bellic) gelen bir karakter. "grand theft auto IV" isimli efsanevi oyunun baş karakteri, niko bellic.** 

nico, sırp. intikam hisleriyle dolu ve amerika'ya gelmesinin nedenlerinden biri kuzeninin "çok süper o'lum buralar, manyak bir hayat yaşıyorum" gazı olsa da asıl amacı hesap sormak istediği bir iki kişinin de amerika'ya gelmiş olması. 

şimdi bu tip bir oyun karakterini, yani atlıyor arabasına, saatlerce müzik dinleyerek geziyor, hamburger falan yiyor, sevgilisiyle buluşup bowling oynuyor, stand-up gösterileri izliyor diye tanımlayabilir ve oyunu sims'e çevirmeye kalkabilirsin. öyle değil tabii. çirkin, kaba ve kaz kafalı bir hıyar bu niko. şu bir boka yaramaz, her davranışı pislik kokan, kendini şu ya da bu şekilde canlı ya da cansız varlıklara zarar vermeyecek şekilde eğitmekten aciz olduğunu kader, kısmet, şartlar ile açıklamaya çalışan, bir yandan da "delikanlı" havası estirmeye çalışan, mazbut görünümlü gibi, sözünün eri gibi, hiç bir temeli olmayan sikik prensiplerine bağlı gibi tipler olur ya, hani her an karşına çıkabilecek, cehenneme gidesice piçler, hah işte onlardan. işte, şiddet ve istismar kokan bu oyunun çok eleştirildiği nokta: ben bu oyunu oynamakla, içimde var olan bir dalyarağı mı tatmin ediyorum? acaba sokağa çıkıp türlü pislikler yapamadığım için, ama bir yandan da o tür şeyler yapmak istediğim için mi bu oyuna bu kadar düşkünüm? belki de öyledir ama ben bilmiyorumdur? yine de cevap vereyim: hayır tabii ki de, salak mısın? her oyun, tam da bir oyundur, gereğinden fazla ciddiye alırsan artık oyun olmaktan çıkar. futbol oyunlarını en çok bacaklarını kaybetmiş insanlar seviyor, hep bacaksız olduklarından, demek gibi bir şey, şiddet içeren oyunlarla insanlar içlerindeki pisliği açığa çıkarıyorlar demek. (kendimle mücadele ediyorum, şüphe yok!) 

niko bellic ve oyunda modellenen new york ile gta 4, tüm dünya insanlarına "amerika'da bir hıyar olsam neler olurdu?" merakına yönelik bir sanal tecrübe sunuyor diyebilirim yine de. tabii, şehrin karanlık ve klişe imajına hizmet ediyor; kim dokuz beş hayatını "oynamak" ister ki? 

little britain- usa:

  little britain, bir ingiliz skeç programı. gay olduklarından şüphe etmediğim iki arsız ve çok komik adamın yarattıkları karakterlerin bombardımanı. onlarca karakter yaratmış olsalar da sonunda tekrara düşmüşler ama. son olarak amerika'nın cesur televizyon kanallarından hbo için bir seri yaptılar böylece yarattıkları karakterlerin hepsi ingiltere'den amerika'ya göçmüş oldu. tabii ingiliz karakterlerin yanında, amerikan karakterler de eklendi gösteriye. 

bu iki ingiliz, amerika'yı merkeze aldıkları hepi topu 6 bölümde bomba üstüne bomba patlatıyor. favorilerim, "nalet" kaltak, hastane resepsiyonisti carol, zayıflama uzmanı marjorie dawes ve aya çıktın iyi bok yedin bing gordon. (pek efendi olanları seçmişim, çok edepsizler aslında: tam da böyle.) 

south park kadar olmasa da, amerikan hayat tarzı ve amerikan politikalarıyla hiç kasmadan, çoğunlukla da müstehcenlik sınırında dalga geçiyorlar. bir yandan da ifade özgürlüğü hakkında düşündürüyorlar insanı. akla gelebilecek her değer yargısını itin götüne sokuyor bu tipler. çok mu ahlaksızlar? bozuyorlar mı amerikan toplumunu bir arada tutan şeyleri, bir yıkıma mı hazırlıyorlar insanlığı? oysa, azıcık dikkatli bakılırsa, bu adamların genellikle bir çok insani değeri öne çıkarabilmek için değer yargılarına saldırdıkları rahatlıkla görülebilir. 


 belleville üçlüsü: 

amerikan mafyasının, at yarışlarına alternatif ve bahis dünyasına renk getirmek için kaçırdığı bisikletçi oğlunun peşine, yaşlı köpeğiyle beraber, amerika'ya kadar düşen teyzenin öyküsünü anlatan, fransız yapımı bir animasyon "les triplettes de belleville". 

wall-e'nin yönetmeni andrew santon'u, wall-e'yi minimum diyalogla yapmasına özendirecek kadar az diyaloğa sahip bu animasyon, daha açılışında amerikan çizgi film (ve sinema) anlayışına giydirmesiyle aday olduğu en iyi animasyon filmi oscar ödülünü "nemo"ya kaptırmıştır. söyledim işte! [nemo da boru değil, hiç de değil!] 

filmde amerikan halkı yüzeysel ve şişman gösteriliyor, tüm dünya da öyle düşünüyor bu amerikalılar için zaten. klişenin klişesidir, saçmalıktır, işe yaramaz bir saldırganlıktır belki de? 

arada sırada gündeme gelir ya, elinde mikrofonla amerikan halkına karışır televizyoncunun biri, lan bunu bebeler bilir yuuuh, dedirten sorular sorar. kendini iyi hissedersin, "salak lan bu amerikalılar, tuhaha" dersin ve artık televizyon önüne ne koyduysa onu izlemeye devam edersin, çok da acıklı görünüyorsundur oysa, salyan dudağının kenarında parıldarken. oysa adam kendi havasındadır, ya da kadın, "sokayım romanya'nın başkentinin ne olduğuna" gibi cevap verir, "inanmıyorum hindi diye ülke mi var", diye şaşırır, izleyen de öfkelenir; tüm bayrakları, koca koca şiirleri ezberletmişlerdir ona, tüm dünya başkentlerini sayabilir gururla ama örneğin, seyahat edebilme özgürüğü de, ona düşen milli gelir de, sayfalarına mandalina suyu damlamış atlası halının ortasına yayabilmekle sınırlıdır. 


 in america: 

amerika birleşik devletleri, tüm dünyadan göçmen alıyor doğal olarak, hatta en fazla göçmen alan ülke. o kadar insanın, her birinin anlatacağı ilginç bir şeyler olacaktır, şüphesiz. 

yönetmen jim sheridan bir zamanlar ailesiyle başlarından geçenleri, kızları naomi ve kirsten'le beraber senaryolaştırıp, "in america"yı çekmiş. kaçak olarak geldikleri amerika'da, zor şartlara rağmen hayatta kalma mücadelesi veren, irlandalı bir aile anlatılıyor filmde. konusu sıkıcı gibi gelebilir insana, olabilir, ancak sırf üç beş sahnesi için bile izlenmesi gereken bir film. 

 [bu arada sting'in "englishman in new york" şarkısını pek sevmem] 

* aslında iki insandan: amerigo vespucci ve richard amerike 

**nico bellic ve genel olarak gta karakterlerinin özellikleriyle ilgili olarak, fallout 3 başlığı altında biraz bıtbıtlanmıştım.

devamını göster