* bu ikisinin dolap çevirmeyi seven tipler olduğu sanılabilir. zararsız tipler ama. kendi dünyalarında yaşıyorlar, çevreyi pek takmıyorlar. çocukluk yaşları geçmiş ama çocukluk devam ediyor işte. şapkalı olan sanki bir köpek yavrusuyla uğraşıyor, ya da dalgın bir insanla; iki gülüp geçecekler başka bir konuya.
arka tarafında oturdukları tahta araba onlara ait değil. biraz kaynatmak için göze çarpan ve değerlendirilen bir yer sadece.
şapkasız olan o günün akşamı doktor, şapkalı olan barmen olmaya karar verecek olduysa da, şapkalı kuzeninin (evet kuzen bunlar) "kaliforniya'ya gidelim, buralarda yaşanmaz" diye özetlenebilecek, bol güneşli ve umut dolu sözlerinin etkisiyle, kendilerini bambaşka yerlerde hayal ettiler. ancak hiçbir zaman ayrılamadılar küçük italya'dan çünkü onlar konuşurken günlerin ruhu da konuşuyordu ve asıl yapılacakları o belirliyordu. çok da kötü bir hayat geçirmediler ama: işte, derler ya, yuvarlanıp gittiler ya da şey derler, kendi yağlarında kavruldular veya şöyle de derler, iyi kötü geçti günler... (bir ara öksürük şurubu sattılar, bunu da belirtmek gerek. yarım yamalak da olsa tatmin ettiler isteklerini, en azından bir ukte kalmadı.)
***
adamın laf anlamaz ve sert ifadesine kanmamak gerek, bu aileyi kadın yönetiyordu. bir yandan da, karısı hariç tüm dünyaya karşı laf anlamaz ve sert bir insan gibi görünmeyi de başarıyordu adam; karısının isteğiyle bırakmak zorunda kaldığı bıyıkları olmasa, böyle bir karışıklık da olmayacaktı elbette fakat karısı, ailenin güvenliği ve huzuru için erkeğin sert ve laf anlamaz görünmesi gerektiğini, hayat şartlarının zor olduğunu, zaten iki bebenin sorunlarıyla beraber bir dolu sorunun üstesinden gelmeye çalıştığını söylüyor, "yetmezmiş gibi bir de herifimin sorumluluklarını yükleniyorum, gerektiğinde eve ekmek getiriyorum, tamam şikayetçi değilim ama en azından laf söz gelmesin, herkesinki gibi bir ailemiz olduğu düşünülsün, dedikodularla başım ağrımasın" diye de ekliyordu.
tüm sorunların nedeni şuydu: adam hayatını biyolojiye adamıştı ve gerçekten çok zor şartlar altında, kısıtlı ekipmanlarla bilgi üretmeye çalışıyordu. sağdan soldan küflenmiş, mantarlaşmış şeyler buluyor, onları kendince sınıflandırıyor, sarı yapraklı defterlere, insanlığa gram yararı dokunmayacak saçma sapan notlar alıyor ve fakat tüm bunları çok büyük bir ciddiyetle gerçekleştiriyordu. kadın adama aşıktı, adam da kadına aşıktı ama iki çocuğa yemek, üst baş gerekiyordu, bir şekilde hayata tutunmaları şarttı.
her şeye rağmen başarılı oldular. çocukları büyütüp, sağ salim gönderdiler yuvalarından. ama adam onlarca defter doldurup tek bir sonuca bile varamadı.
***
o adam tam üç gün boyunca balkonda durdu. pencereden bakan adamın verdiği bir cezaydı bu. olay şöyle gerçekleşti:
bu ikisi bir öğle vakti sıkıntı atmak amacıyla, sokaktan topladıkları gazoz kapaklarını fiş yapıp poker oynamaya başladılar. daha sonra bir alışkanlık oldu bu. ortaklaşa açtıkları dükkanda ne zaman işler dursa (terzidir bu ikisi) poker oynadılar. gazoz kapaklarıyla. ancak, penceredeki sürekli kazanıyordu, günlerdir sokaktan gazoz kapağı toplamamıştı çünkü torbalarcası vardı zaten elinde.
fotoğrafın çekildiği günden bir gün önce, balkonda görünen adam, "gazoz kapağı toplaya toplaya kendimi mahalleye rezil ettim! bu böyle gitmez! sürekli yeniliyor olmamın nedeni, gazoz kapağı gibi saçma sapan bir şeye karşılık oynuyor olmamız; belli ki istesem de ciddiye alamıyorum oyunu ve sürekli kaybediyorum; oysa gerçekten önemsediğim şeyler üzerine oynarsak, daha dikkatli olur ve onu yenebilirim! o aşağılayıcı bakışlarından tiksindim artık, benim de kazanmam gerek!" diye düşündü ve düşüncelerini ortağına açtı. ortağı, "saçmalama, bu eğlence olarak kalmalı, biz kumarbaz falan değiliz, terziyiz, sökmek değil dikmek isteriz!" diye karşı çıktı. ancak adam günlerdir oyunda yeniliyor olmanın hırsıyla kulaklarını kapadı ve meydan okudu. sonunda gazoz kapaklarını paraya eşitlediler ve oynamaya başladılar. o gün sonunda, güneş battıktan hemen sonra, hep kazanan adam yine kazanmıştı. balkonda görünen adam tüm birikimini kaptırmıştı ortağına. "her şeyimi kaybettim, bir tek ortaklığımız kaldı onun üzerine oynuyorum, kısacası rest çekiyorum; yenilen diğerinin yardımıcısı olacak!" dedi. bir türlü akıllanmıyordu. oynadılar ve adam yine kaybetti.
artık elinde bir şeyi kalmayınca hüzünlenen ve nihayet çok aptalca davrandığını fark eden adam gözyaşlarıyla dükkandan çıkmak üzereyken, ortağı onu durdurdu. "her şey eskisi gibi olsun, ben seninle ortak olmaktan da, arkadaşlığından da çok memnundum, hepsini unutalım" dedi. ancak adam gururuna yediremiyordu, kabul etmedi ve gitmek istedi. bunun üzerine ortağı, "o halde, tüm kaybettiklerin yerine, üç gün boyunca balkonda duracaksın! sadece tuvalet ihtiyacın için içeri girmene izin vereceğim, orayı hiç terk etmeyeceksin. bir daha da poker diye bir şey olmayacak hayatımızda!" dedi. adam bunu düşündü ve kabul etti. gerçekten de tüm kaybettiklerinin karşılığı olabilecek bir cezaydı bu.
***
bu adamın taşıdığı pakette kara lahana var. öylesine görüp almış, salata için. her zaman gerilerde duran biri: okullarda en arka sırada oturuyordu; askerliğini berber olarak yaptı; söylenmesi gereken sözleri zamanında söylemedi, genellikle öylece baktı, düşünceli; çok geç evlendi, çok genç öldü. yine de, neredeyse tam da merkezinde kalıyordu olan bitenin, belki zaman meselesiydi belki de tercih? önemsiz biri değildi yani, tamamen senin nereye, kime baktığınla ilgiliydi varlığı, kısacası...
hızlı adımlarla yolunda ilerleyip gitmek yerine bir an için öylece durup tam da gözün içine bakması, bir erdeme ya da hikmete denk gelebilir, bu da yorum meselesi...
her neyse, evine gitti, lahanayı buzdolabına koydu. oturma odasına geçti ve haberleri izledi. biraz geçmiş günleri düşündü. bir iki şeye güldü, o sırada konuşulan; sonra uyudu.
buzdolabına onlarca şey girip çıktı, hatta her öğün için salata hazırlandı, ama kara lahanaya kimse dokunmadı. günler geçip gitti. buzdolabının beyaz pürüzsüz yüzeyine yapıştırılmış çıkartmalar eskidi; kapının iç tarafında, yumurtalıkların hemen altındaki küçük kapaklar yerlerinden çıktı, buzdolabının kapısını her açtığında o küçük kapaklar da açıldı, bazen içindeki kabartma tozu paketleri yere düştü. ara sıra buzluğun altındaki su haznesi boşaltıldı, arka taraftaki siyah teller nadiren silindi temizlendi. başka bir eve taşınıldı, hamallar buzdolabının altında sessiz küfürler savurdular basamakları çıkarken. işte onca zaman sonra, artık bir bakışın, duruşun hayali zihinlerden silindikten sonra bile, o kara lahana buzdolabındaki yerini, bir ur gibi korudu.
bir gün bir çocuk kola içme derdine, buzdolabının kapısını tüm bedeniyle çekerekten açıp, dolabın içine göz attı. görür görmaz kara lahanayı avuçladı ve kendini sokağa attı. toz toprakla beraber, bir oyuna top olan kara lahana parçalandıkça buzdolabı sallandı, titredi ve son bir şut denemesiyle eşzamanlı olarak çalışmayı durdurdu, derin bir sessizliğe büründü.
***
"hayatımın sonuna kadar fasülye mi satacağım!" diye somurtan kız, iç dengesini koruyabilmek için hayali arkadaşlar yaratmıştı kendine. bir arkadaşı bahsetmişti, "hayali bir arkadaşım var, bunaldığımda onunla konuşuyorum" demişti, tuhaf bir gülümsemeyle. fasülyeci kız çok aptalca bulmuştu bu durumu ilk başta ancak daha sonra konu üzerine düşünmüş, biraz geliştirilirse aslında hiç de fena fikir değil, demişti kendi kendine. geliştirilmeliydi çünkü onun hayali bir arkadaşla çene çalmak gibi bir isteği yoktu. konuşmak istemiyorum ben, sadece dinlemek istiyorum, demişti kendi kendine. "ama tek bir kişinin ya da tek bir anlayışın ifade edilip durması sıkıcı olabilir." işte böyle demişti, "o yüzden en az üç hayali arkadaşa ihtiyacım var benim, birbirlerinden tamamen farklı görüşlere sahip" böylece, üç adam yaratmıştı fasülyeci kız. onların konuşmalarını dinliyor, tartışmalarını değerlendiriyor ve akıl sağlığını korumaya çalışıyordu.
kimsenin fasülye almak istemediği üstelik kimseye fasülye falan satmak istemediği o gün, ki hep böyleydi günler, bu üç hayali arkadaş onu ziyarete gelmişlerdi. biri hoşlandığı adamdı, çok sevimliydi. ikincisi onu etkilemeye çalışan, sürekli peşinde koşan adamdı, her fırsatta kendini göstermeye, ona sahip olmaya çalışıyordu. sonuncusu ve en sessiz olanı, kendisine aşık olan adamdı. pek konuşmuyor, genellikle izliyor ve diğer ikisinden nefret ediyordu. ve işte, o gün, hepsi birden gelmişti yanına, tüm o uzun geceler boyu süren tartışmalar, kavgalar, sözler, kelimeler bir yana bırakılmış ve tüm hayali arkadaşları gerçeklikte boy göstermişlerdi; hemen arkasında duruyordu, hayatın tüm sorunlarını silebilecek seçenekler...
ama fasülyeci kız gününde değildi, sıkkındı canı...
***
başkaları da var:
fotoğrafa çok büyük ölçülerde bakmalı : little italy: 1900
ayrıca: renklendirilmiş versiyonu
arka tarafında oturdukları tahta araba onlara ait değil. biraz kaynatmak için göze çarpan ve değerlendirilen bir yer sadece.
şapkasız olan o günün akşamı doktor, şapkalı olan barmen olmaya karar verecek olduysa da, şapkalı kuzeninin (evet kuzen bunlar) "kaliforniya'ya gidelim, buralarda yaşanmaz" diye özetlenebilecek, bol güneşli ve umut dolu sözlerinin etkisiyle, kendilerini bambaşka yerlerde hayal ettiler. ancak hiçbir zaman ayrılamadılar küçük italya'dan çünkü onlar konuşurken günlerin ruhu da konuşuyordu ve asıl yapılacakları o belirliyordu. çok da kötü bir hayat geçirmediler ama: işte, derler ya, yuvarlanıp gittiler ya da şey derler, kendi yağlarında kavruldular veya şöyle de derler, iyi kötü geçti günler... (bir ara öksürük şurubu sattılar, bunu da belirtmek gerek. yarım yamalak da olsa tatmin ettiler isteklerini, en azından bir ukte kalmadı.)
***
adamın laf anlamaz ve sert ifadesine kanmamak gerek, bu aileyi kadın yönetiyordu. bir yandan da, karısı hariç tüm dünyaya karşı laf anlamaz ve sert bir insan gibi görünmeyi de başarıyordu adam; karısının isteğiyle bırakmak zorunda kaldığı bıyıkları olmasa, böyle bir karışıklık da olmayacaktı elbette fakat karısı, ailenin güvenliği ve huzuru için erkeğin sert ve laf anlamaz görünmesi gerektiğini, hayat şartlarının zor olduğunu, zaten iki bebenin sorunlarıyla beraber bir dolu sorunun üstesinden gelmeye çalıştığını söylüyor, "yetmezmiş gibi bir de herifimin sorumluluklarını yükleniyorum, gerektiğinde eve ekmek getiriyorum, tamam şikayetçi değilim ama en azından laf söz gelmesin, herkesinki gibi bir ailemiz olduğu düşünülsün, dedikodularla başım ağrımasın" diye de ekliyordu.
tüm sorunların nedeni şuydu: adam hayatını biyolojiye adamıştı ve gerçekten çok zor şartlar altında, kısıtlı ekipmanlarla bilgi üretmeye çalışıyordu. sağdan soldan küflenmiş, mantarlaşmış şeyler buluyor, onları kendince sınıflandırıyor, sarı yapraklı defterlere, insanlığa gram yararı dokunmayacak saçma sapan notlar alıyor ve fakat tüm bunları çok büyük bir ciddiyetle gerçekleştiriyordu. kadın adama aşıktı, adam da kadına aşıktı ama iki çocuğa yemek, üst baş gerekiyordu, bir şekilde hayata tutunmaları şarttı.
her şeye rağmen başarılı oldular. çocukları büyütüp, sağ salim gönderdiler yuvalarından. ama adam onlarca defter doldurup tek bir sonuca bile varamadı.
***
o adam tam üç gün boyunca balkonda durdu. pencereden bakan adamın verdiği bir cezaydı bu. olay şöyle gerçekleşti:
bu ikisi bir öğle vakti sıkıntı atmak amacıyla, sokaktan topladıkları gazoz kapaklarını fiş yapıp poker oynamaya başladılar. daha sonra bir alışkanlık oldu bu. ortaklaşa açtıkları dükkanda ne zaman işler dursa (terzidir bu ikisi) poker oynadılar. gazoz kapaklarıyla. ancak, penceredeki sürekli kazanıyordu, günlerdir sokaktan gazoz kapağı toplamamıştı çünkü torbalarcası vardı zaten elinde.
fotoğrafın çekildiği günden bir gün önce, balkonda görünen adam, "gazoz kapağı toplaya toplaya kendimi mahalleye rezil ettim! bu böyle gitmez! sürekli yeniliyor olmamın nedeni, gazoz kapağı gibi saçma sapan bir şeye karşılık oynuyor olmamız; belli ki istesem de ciddiye alamıyorum oyunu ve sürekli kaybediyorum; oysa gerçekten önemsediğim şeyler üzerine oynarsak, daha dikkatli olur ve onu yenebilirim! o aşağılayıcı bakışlarından tiksindim artık, benim de kazanmam gerek!" diye düşündü ve düşüncelerini ortağına açtı. ortağı, "saçmalama, bu eğlence olarak kalmalı, biz kumarbaz falan değiliz, terziyiz, sökmek değil dikmek isteriz!" diye karşı çıktı. ancak adam günlerdir oyunda yeniliyor olmanın hırsıyla kulaklarını kapadı ve meydan okudu. sonunda gazoz kapaklarını paraya eşitlediler ve oynamaya başladılar. o gün sonunda, güneş battıktan hemen sonra, hep kazanan adam yine kazanmıştı. balkonda görünen adam tüm birikimini kaptırmıştı ortağına. "her şeyimi kaybettim, bir tek ortaklığımız kaldı onun üzerine oynuyorum, kısacası rest çekiyorum; yenilen diğerinin yardımıcısı olacak!" dedi. bir türlü akıllanmıyordu. oynadılar ve adam yine kaybetti.
artık elinde bir şeyi kalmayınca hüzünlenen ve nihayet çok aptalca davrandığını fark eden adam gözyaşlarıyla dükkandan çıkmak üzereyken, ortağı onu durdurdu. "her şey eskisi gibi olsun, ben seninle ortak olmaktan da, arkadaşlığından da çok memnundum, hepsini unutalım" dedi. ancak adam gururuna yediremiyordu, kabul etmedi ve gitmek istedi. bunun üzerine ortağı, "o halde, tüm kaybettiklerin yerine, üç gün boyunca balkonda duracaksın! sadece tuvalet ihtiyacın için içeri girmene izin vereceğim, orayı hiç terk etmeyeceksin. bir daha da poker diye bir şey olmayacak hayatımızda!" dedi. adam bunu düşündü ve kabul etti. gerçekten de tüm kaybettiklerinin karşılığı olabilecek bir cezaydı bu.
***
bu adamın taşıdığı pakette kara lahana var. öylesine görüp almış, salata için. her zaman gerilerde duran biri: okullarda en arka sırada oturuyordu; askerliğini berber olarak yaptı; söylenmesi gereken sözleri zamanında söylemedi, genellikle öylece baktı, düşünceli; çok geç evlendi, çok genç öldü. yine de, neredeyse tam da merkezinde kalıyordu olan bitenin, belki zaman meselesiydi belki de tercih? önemsiz biri değildi yani, tamamen senin nereye, kime baktığınla ilgiliydi varlığı, kısacası...
hızlı adımlarla yolunda ilerleyip gitmek yerine bir an için öylece durup tam da gözün içine bakması, bir erdeme ya da hikmete denk gelebilir, bu da yorum meselesi...
her neyse, evine gitti, lahanayı buzdolabına koydu. oturma odasına geçti ve haberleri izledi. biraz geçmiş günleri düşündü. bir iki şeye güldü, o sırada konuşulan; sonra uyudu.
buzdolabına onlarca şey girip çıktı, hatta her öğün için salata hazırlandı, ama kara lahanaya kimse dokunmadı. günler geçip gitti. buzdolabının beyaz pürüzsüz yüzeyine yapıştırılmış çıkartmalar eskidi; kapının iç tarafında, yumurtalıkların hemen altındaki küçük kapaklar yerlerinden çıktı, buzdolabının kapısını her açtığında o küçük kapaklar da açıldı, bazen içindeki kabartma tozu paketleri yere düştü. ara sıra buzluğun altındaki su haznesi boşaltıldı, arka taraftaki siyah teller nadiren silindi temizlendi. başka bir eve taşınıldı, hamallar buzdolabının altında sessiz küfürler savurdular basamakları çıkarken. işte onca zaman sonra, artık bir bakışın, duruşun hayali zihinlerden silindikten sonra bile, o kara lahana buzdolabındaki yerini, bir ur gibi korudu.
bir gün bir çocuk kola içme derdine, buzdolabının kapısını tüm bedeniyle çekerekten açıp, dolabın içine göz attı. görür görmaz kara lahanayı avuçladı ve kendini sokağa attı. toz toprakla beraber, bir oyuna top olan kara lahana parçalandıkça buzdolabı sallandı, titredi ve son bir şut denemesiyle eşzamanlı olarak çalışmayı durdurdu, derin bir sessizliğe büründü.
***
"hayatımın sonuna kadar fasülye mi satacağım!" diye somurtan kız, iç dengesini koruyabilmek için hayali arkadaşlar yaratmıştı kendine. bir arkadaşı bahsetmişti, "hayali bir arkadaşım var, bunaldığımda onunla konuşuyorum" demişti, tuhaf bir gülümsemeyle. fasülyeci kız çok aptalca bulmuştu bu durumu ilk başta ancak daha sonra konu üzerine düşünmüş, biraz geliştirilirse aslında hiç de fena fikir değil, demişti kendi kendine. geliştirilmeliydi çünkü onun hayali bir arkadaşla çene çalmak gibi bir isteği yoktu. konuşmak istemiyorum ben, sadece dinlemek istiyorum, demişti kendi kendine. "ama tek bir kişinin ya da tek bir anlayışın ifade edilip durması sıkıcı olabilir." işte böyle demişti, "o yüzden en az üç hayali arkadaşa ihtiyacım var benim, birbirlerinden tamamen farklı görüşlere sahip" böylece, üç adam yaratmıştı fasülyeci kız. onların konuşmalarını dinliyor, tartışmalarını değerlendiriyor ve akıl sağlığını korumaya çalışıyordu.
kimsenin fasülye almak istemediği üstelik kimseye fasülye falan satmak istemediği o gün, ki hep böyleydi günler, bu üç hayali arkadaş onu ziyarete gelmişlerdi. biri hoşlandığı adamdı, çok sevimliydi. ikincisi onu etkilemeye çalışan, sürekli peşinde koşan adamdı, her fırsatta kendini göstermeye, ona sahip olmaya çalışıyordu. sonuncusu ve en sessiz olanı, kendisine aşık olan adamdı. pek konuşmuyor, genellikle izliyor ve diğer ikisinden nefret ediyordu. ve işte, o gün, hepsi birden gelmişti yanına, tüm o uzun geceler boyu süren tartışmalar, kavgalar, sözler, kelimeler bir yana bırakılmış ve tüm hayali arkadaşları gerçeklikte boy göstermişlerdi; hemen arkasında duruyordu, hayatın tüm sorunlarını silebilecek seçenekler...
ama fasülyeci kız gününde değildi, sıkkındı canı...
***
başkaları da var:
fotoğrafa çok büyük ölçülerde bakmalı : little italy: 1900
ayrıca: renklendirilmiş versiyonu