12 Mart 2010

paralel evrenler

fizik bilimi ve buna bağlı olarak evren kuramları, gizemli dini tarikatların düşünce sistemleriyle, fantastik bilim-kurguya dayalı uçuk bir hayal gücüyle iş yapıyor sanki! sonsuz sayıda paralel evren var ne demek yahu; ha iyiymiş, deyip işine gücüne devam edemezsin ki? yani en azından bir süre sallar insanı bu bilgi, elini ayağını nereye koyacağını bilemeyebilirsin.
genellikle "paralel evrenler" denilince derhal insanın aklına, fantastik, bilim-kurgu şeyler üşüşüyor (benim aklıma üşüşüyor doğrusu). sanki gizem ve heyecan dolu bir oyun sahası açılmış oluyor zihinde. birazcık konsantre olsak, azıcık "fokuslansak", kendimizi geliştirsek, işte ne yapıp edip bir şekilde evrenler arası iletişim köprüleri oluşturabilsek, falan fıstık dertleri başlıyor. bir taraftan da, bilinç, enerji, ruh gibi kavramlar, gizem sifonundan boşalıveriyor. [en güzel örneklerinden biri de "what the bleep do we know?!" isimli belgesel süsü verilmiş saçmalıktır sanırım.]
anlaşılması ya da agılanması neredeyse olanaksız büyüklükler ve küçüklüklerle hesaplamalar ve açıklamalar yapan evren kuramlarının hayatı ve hayat algısını etkilememesi olanaksız elbette ama şu ya da bu kişinin varoluş dertlerine sakız olsun diye ortaya atılmadıkları da kesin.
tüm bu gevezeliğimin nedeni şu:
aylar önce "elegant universe" isimli belgeseli izlemiştim ve geçenlerde de "bbc horizon: paralel evrenler" belgeselini izledim. belgeselde bahsi geçen bir dolu kavram hakkında daha çok şey bilmek istiyor insan; her ne kadar sıradan insanlara yönelik hazırlanmış olsalar da üzgünüm ki ben fizik, matematik konularında sıfırım. onu geçtim, kesin anlamam ki ben bunu, ne kadar anlatırsan anlat gibisinden bir kendine güvensizlik ya da önyargı yakamı bırakmıyor. yine de çabaladım, özellikle "bilim ve teknik" dergisinde yayınlanmış konuyla ilgili bulabildiğim yazıları okumaya, anlamaya çalıştım. bu aşamada, dikkatimi ya da ilgimi çeken şeylerden bazılarını (altını çizdiklerim diyemedim bir türlü, pdf ya, neyse) bir araya getirdim. böylelikle, seksenli yılların yazılarından itibaren epeyce uzun bir alıntılar silsilesi oluştu.
bilim ve teknoloji üzerine süreli bir yayın olan bilim ve teknik dergisindeki bilgiler, doğası gereği, ileriki yıllarda değişime uğruyor, bir takım şeyler geçerliliklerini yitirirken eskinin karası ak olabiliyor ya da tamamen yeni şeyler ortaya çıkıyor. örneğin, 1987 yılında yazılmış makalede, süpersicim teorisinin 10 boyutlu bir evren teorisi olduğu söyleniyor ama bu bilgi zaman içinde değişmiş; belgesellerde değişim süreci ve 11. boyutun teoriye eklenmesi detaylıca anlatılıyor.
kısacası, alttaki, biri üç bölümden oluşan iki belgesel bu yazının asıl amacı. ayrıca, benim belgesellerde geçen belli başlı kavramları anlamaya, öğrenmeye çalışırken ilgimi çeken bölümlerden bir iki alıntıyı da içeriyor. konunun uzmanı falan değilim tabii ki de. hatta okuduklarım ve izlediklerimden sonra, anlat desen "çok kolay abi, bak şimdi" diye lafa girecek durumda bile değilim...
***
newton'a göre, evren sonsuz büyüklükte ve içinde kapsadığı madde düzgün olarak dağılmışsa, çekimsel potansiyel her yerde aynı olacağından, evrenin çökmesi söz konusu olmayacaktır. yani kararlı ve durağan olacaktır. diğer taraftan, einstein'ın genel görecelik kuramı'na göre çekim kuvvetinin, kararlı bilinen evreni kararsız duruma getirmesi ve sonuçta evrenin çökmesi gerekiyordu. bu güne kadar neden böyle bir çökmenin olmadığı, 20. yüzyılın yanıt bekleyen önemli bir evrenbilim sorunuydu. zamanın büyük bilim adamlarından a. friedmann ve lemaitre, evrendeki hızlı bir genişlemenin varolması gereken çökmeyi yenmiş olabileceğini düşündüler. aynı yıllarda slipher, amerika'da lowell gözlemevi'nde galaksilerin uzay hareketlerini inceliyordu. o zamanlar galaksilerin, henüz oluşmakta olan güneş sistemleri olduğu sanılıyordu. slipher, 1912 yılında, andromeda galaksisinin saniyede 300 km'lik bir hızla güneş'e yaklaştığını görünce, bu ilginç buluşun diğer galaksiler için de geçerli olup olmadığını anlamak için, 1925 yılına kadar 40'tan fazla galaksinin uzay hareketlerini inceledi. inceleme, galaksilerden sadece birkaçının (ki bunlar samanyolu'nun da üyesi olduğu galaksiler grubunun üyeleridir) güneş'e, daha doğrusu galaksimiz samanyolu'na yaklaştığı, diğerlerinin ise büyük (ışık hızlarına yaklaşan) hızlarla bizden uzaklaştıkları bulunmuştu.
1929'da edwin hubble, birçok galaksinin uzaklığını yeniden belirlediği zaman, bu bilgiyi slipher'in ölçtüğü uzay hızlarıyla birleştirerek gördü ki, galaksilerin bizden uzaklaşma hızları, uzaklıklarıyla orantılıdır.
hemen hemen tüm galaksilerin bizden uzaklaşmaları, evrenin merkezinde olduğumuz izlenimi verir. üzerinde siyah noktalar ve noktalar arasında bir karınca bulunan balonun, şişirilmekte olduğunu düşünün. tüm noktalar birbirinden uzaklaşırken, karınca da tüm noktaların kendisinden uzaklaştığını görecek; fakat görüldüğü gibi ne karınca ne de herhangi bir nokta merkezde olmayacaktır. galaksi ve galaksi kümelerinin gözlemlerine göre evren genişlemekte ve bu genişlemeyle galaksi ve galaksi kümeleri sürekli birbirinden uzaklaşmaktadır. mademki evren bu şekilde genişliyor, galaksilerin birbirinden uzaklaşma hızları ve doğrultuları bellidir; onları aynı hız ve doğrultuda geri götürüp, harekete başlama noktasını ve zamanını bulabiliriz. genişleme hızının zamanla çekim etkisi nedeniyle yavaşladığı da göz önüne alınarak yukarıdaki işlem yapıldığında, evrenin büyük bir patlamayla oluştuğu yargısına varılmıştır.
ışığın sonlu bir hızla yayıldığını düşünürsek uzak galaksilere, evrenin derinliklerine baktığımızda aslında zamana geri baktığımızı dikkate almamız gerekir. andromeda galaksisine teleskobumuzu doğrultup bir olay gözlesek bilmeliyiz ki aslında bu olay tam 2.5 milyon yıl önce olmuştur. çünkü andromeda bizden 2.5 milyon ışık yılı uzaklıktadır. milyarlarca ışık yılı uzaktaki galaksileri gözlemekle, milyarlarca yıl önceki olayları gözlemiş oluyoruz. ne kadar uzağa bakarsak, evrenin o kadar geçmişine bakmış oluyoruz. bu karmaşık olay, uzaklık-uzaklaşma hızı bağıntısına, uzaklıkla artan büyük yanılgılar getirmektedir. örneğin, bugün bizden bir milyar ışık yılı uzaklıkta bulunan bir galaksinin ölçülen uzaklığı, bir milyar ışık yılı değil; fakat bir milyar yıl önceki uzaklığıdır. ölçülen uzaklaşma hızı da aynı şekilde bugünkü uzaklaşma hızı değil, bir milyar yıl önceki uzaklaşma hızıdır.
(1984- aralık- evren ve biz- 1)

study for cluster

john schwarz ve michael green, 1984 ağustosunda nihayet her şeyi bir araya getirmeyi başarabildiler. on yılı aşkın bir süredir, görülmedik derecede zor matematik işlemlerinin yapılmasını gerektiren bir fizik teorisi üzerinde çalışıyorlardı. şimdi iş, sadece çocukça basit bir problemin çözülmesine kalmıştı. bütün yapmaları gereken, 31'i 16 ile çarpmaktı. eğer cevap 496 ise, çalışmaları başarıyla bitmiş olacaktı.
schwarz, çarpımı not defterine kaydederken, green de bir karatahta üzerinde çarpım sonucunu hesaplıyordu. önce sonucu 486 olarak topladı. sonra, yumuşak londralı aksanıyla, "maalesef olmuyor" dedi. schwartz ise defterine bir kere daha bakarak, "yeniden dene" uyarısında bulundu. bu defa green sonucu doğru hesapladı ve böylelikle "süpersicim" denilen teorinin hiç olmazsa matematiği doğrulanmış oldu.
supersicim, on boyutlu* bir evren teorisidir. bu teoride madde ve enerjinin temel yapı taşları miniminnacık noktalardan değil, miniminnacık tellerden ibaret sayılmaktadır. son elli yılda hiçbir teori bunun kadar heyecan ve iyimserlik uyandırmamıştır.
(1987- nisan - şimdi her şey sicimlere bağlı)



maddenin temelini oluşturan çok sayıdaki elementer parçacıkların her birinin bir karşıtı vardır. hatta o temel parçacıklar oluşurken karşıtları ya da eşleri ile birlikte oluşurlar. örneğin elektron (negatron)-pozitron, proton-antiproton, nötron-antinötron birbirlerinin eşleri veya karşıtlarıdır. bu karşıt parçacıkların da mevcudiyeti ve her parçacık çiftinin birlikte oluşumu deneysel olarak gerçekleştirilmiş, bu konudaki teoriler doğrulanmıştır.
antimadde ya da antienerji gibi karşıt kavramlar, miktar olarak eşleri ile aynı fakat diğer bütün fiziksel özellikleri itibariyle zıddı birer oluşumlardır. madde ile antimaddenin ya da enerji ile antienerjinin birleşmesi durumunda elde bir şey kalmayacağı öngörülmektedir.
evren, "big bang" patlaması ile oluşurken madde ve antimadde hemzaman olarak eşit miktarlarda oluştularsa bunlardan bir kısmının birleşerek birbirlerini yok ettikleri, geriye kalanların birbirlerinden uzakta olmaları nedeniyle yokolmadıkları düşünülmekte ve bizlerin "madde bölgesinde" olduğumuz varsayılmaktadır. bu teoriye göre uzayın derinliklerinde bir yerde "antimadde bölgesinin" olabileceği düşünülmektedir. başka bir varsayım da, "big bang" patlamasında, maddenin, antimaddeden daha çok oluşmuş olabileceği, az oluşan antimaddenin çok oluşan meddenin bir kısmı ile birleşip yok olmuş olabileceği ve geriye bizlerin içinde bulunduğu "artık madde bölgesinin" kaldığı da sanılmaktadır.
(1988- haziran – antimadde)
***
1960’larda gökbilimciler, şunu fark ettiler. gökadalar öylesine hızlı dönüyorlardı ki, içlerindeki yıldızların toplam kütleçekiminin bunların dağılıp uzaya saçılmasını engellemede yetersiz kalmaları gerekiyordu. o halde yıldızların merkezden kaçıp uzaklaşmalarını önleyen bir şey olmalıydı: ek bir kütleçekimi yaratan, ama görünemeyen madde. yani “karanlık madde”. bilimciler, uzaydaki bu karanlık maddenin bir kısmını evrende buldular. x-ışını teleskoplarıyla, ortalıkta hayalet gibi dolaşan gaz bulutları belirlediler, önlerinden görünmez cisimler geçtikçe ışıklarının şiddeti değişen uzak yıldızları gözlemlediler ve gökadalardaki görünmez kütlenin uzay-zamanda yol açtığı çarpılmayı ölçtüler. ve büyük patlama’dan sonra oluşmuş ilk dev gaz bulutlarındaki elementlerin miktarlarının gözlenmesi sayesinde de sıradan maddenin yalnızca %10’unun teleskoplarca görülebildiği sonucuna vardılar. (...) araştırmacılar bu egzotik karanlık maddenin, evrenin tüm içeriğinin %25’ini oluşturduğunu hesaplıyorlar. yani, sıradan maddenin beş katı! [charles seife, “what ıs the universe made of?”, science, 1 temmuz 2005 çeviri: raşit gürdilek]
(2005- eylül - evren neden yapılı)
***
geriye kalan %70 de evrenin daha gizemli bir bileşeni olan karanlık enerji. gökbilimcilere göre, yoğunluğu uzayın her santimetre küpünde aynı olan ve eğer evren genişledikçe azalıyorsa, bu azalmanın çok az olduğu gizemli bir enerji türü. karanlık enerjinin bu değişmezliği evrene sürekli bir itki vererek genişlemenin hızlanmasına yol açıyor.
[2005- nisan - karanlık enerji]

12

albert einstein’ın 1905 yılında yayımladığı devrimsel nitelikte üç makalesinden sonuncusu, einstein’ın adıyla özdeşleşmiş olan görelilik kuramına aittir. bu makaleyi yazmasının asıl amacı, o sıralar büyük bir problem haline gelen ışık hızının sabitliği sorununu çözmektir. ama sonuçta, yer ve zaman kavramlarımızı baştan aşağı değiştiren ve doğanın işleyişine dair önemli ipuçları veren bir kuram çıkmıştır ortaya. birkaç yıl sonra einstein, geliştirdiği bu kuramın çok daha genel bir başka kuramın özel bir hali olduğunu fark eder. bu nedenle 1905’te geliştirdiği kurama “özel görelilik” adı verilir. ancak 1916 yılında tamamlayacağı diğer kuram da “genel görelilik” adıyla anılacaktır. deneylerle desteklenen her iki kuram bugün, evrenbilim ve parçacık fiziği çalışmalarında vazgeçilmez araçlar olarak kullanılıyor.
(...)
güneşi gördüğümüz için dünya’nın güneş’e göre saniyede 30 km hızla gittiğini söyleyebiliyoruz. benzer şekilde samanyolu’na baktığımız zaman da güneş'in dünya ve diğer gezegenlerle beraber bu gökadanın merkezi çevresinde kabaca saniyede 250 km hızla yol aldığını söyleyebiliyoruz. ama bu kadar uzağa bakmaz, sadece dünya üzerindeki olaylarla ilgilenirsek o zaman bu hızların ne olduğunun veya ne kadar büyük olduğunun hiçbir önemi yok!
bu açıdan bakıldığında, yapılan bütün deneylerde ışığın, ilerlediği yönden bağımsız olarak aynı c hızıyla yayılıyor olması görelilik ilkesiyle oldukça uyumlu. çünkü bu deneylerde dünya’dan dışarıya bakma diye bir şey yok; her şey dünya üzerinde ve dünya’ya göre ölçülüyor.
fakat ortada hala bir sorun var: örnek olarak bir aracın yere göre 0,9c hızıyla (yani ışık hızının %90’ı) hareket ettiğni düşünelim. bu aracın hareket doğrultusuyla aynı yönde, yine yere göre c hızıyla ilerleyen bir ışık ışını gönderelim. bu durumda ışığın araca göre 0,1c hızıyla ilerlemesi beklenir. buna karşın, yapılan bütün deneyler beklentimizin yanlış olduğunu, ışığın hızının yere göre de, araca göre de aynı c değerine sahip olduğunu söylüyor. bu oldukça garip bir şey: ışığın peşinden ne kadar hızlı giderseniz gidin, o hala sizden aynı hızla uzaklaşıyor.
bu problemin einstein’ı uzun süre meşgul ettiğini ve isviçre patent ofisinde çalıştığı sıralarda yakın arkadaşı michele besso ile tartıştığını biliyoruz. çözümü 1905 yılı ilkbaharında buldu. eğer aracın içindeki saatler daha yavaş işliyorsa, o zaman ışığın araca göre hızının hala c değerine eşit olması mümkündü. fakat, görelilik ilkesini ihlal etmemek için, araçtaki gözlemcinin saatlerin gerçekten yavaş işlediğini fark etmemesi gerekir. bu da ancak çalışma ilkesi ne olursa olsun bütün saatlerin aynı oranda yavaşlamasıyla mümkün olabilir.
einstein, bulduğu sonuçları yayımladığı makalede, bütün iddiaların sadece iki temel varsayımdan hareket edilerek elde edilebileceğini gösteriyor. bunlar: (1) görelilik ilkesi sabit hızla hareket eden bütün gözlemciler için geçerlidir ve (2) ışığın hızı bütün gözlemcilere göre c’dir.
einstein, birbirlerine göre sabit hızla hareket eden iki gözlemci düşünüyor. bu gözlemcilerden birisi, belli bir olayın nerede ve ne zaman olduğunu saptamış olsun. bu durumda bir matematiksel dönüşümle aynı olayın diğer gözlemciye göre yer ve zamanı bunlar cinsinden elde ediliyor. bu dönüşümün en önemli özelliği zamanın göreli olması. örneğin iki olay arasında geçen zamanı her iki gözlemci daha farklı buluyor. bu, newton’un öne sürdüğü “mutlak zaman” kavramının yıkılması demek. yani her yerde aynı işleyen, herkes için aynı bir zamandan söz edemiyoruz. zamandan bahsederken, bunun hangi gözlemcinin saatine göre olduğunu söylemek zorundayız.
“zamanın genleşmesi”:
bize göre sabit hızla ilerleyen bir aracın içindeki bütün saatler bizimkilerden daha yavaş işler. bu ancak aracın hızı ışık hızına çok yakınsa belirgin hale gelen bir etki. örneğin, ses hızının iki kat üstünde uçan bir jet uçağındaki saatler, uçak böylece bir yıl uçtuktan sonra bile ancak saniyenin on binde biri kadar geri kalıyor. fakat eğer bu uçak 0,9c hızına erişebilseydi, o zaman uçaktaki saatler yaklaşık iki kat daha yavaş çalışlacaktı.
görelilik kuramının en önemli sonuçlarından birisi de ışığın boşluktaki hızının hiçbir şekilde aşılamayacağını söylemesi. bu nedenle, en yakın yıldızları bir gün ziyaret etme planlarımız büyük
engellerle karşılaşıyor.
(...)
mantık yürütmelerden bir tanesi şöyle: duran bir cismi iterek hızlandırmak ve böylece ışık hızını geçmek istediğimizi düşünelim. cismi iterken ona bir miktar enerji aktarırız. sadece hareketinden
dolayı cismin sahip olduğu bu enerjiye biz “kinetik enerji” diyoruz. einstein’ın ünlü enerjinin kütleye özdeşliği bağlantısı (e=mc 2) uyarınca bu kinetik enerji aynı zamanda kütle işlevi görecektir. yani cismi iterek, toplam kütlesinin artmasına neden oluyoruz. bu gerçek bir etki. eğer tartabilseydik, cismin daha ağır olduğunu görebilirdik. fakat, kütle artması etkisini cismi iten kişi hisseder. daha kütleli olduğu için, cisim artık daha zor hızlanacaktır. böylece hızını aynı miktar artırmak için cisme daha fazla enerji aktarmamız gerekir. bu da kütlesinin daha da fazla artmasına neden olacaktır. bu şekilde devam ettiğimizde, cisim ışık hızına yakın hızlara yaklaştığında kütlesi inanılmaz boyutlara ulaşır. özellikle cisim, tam olarak ışık hızına erişirse sonsuz kütlesi yani sonsuz enerjisi olması gerekir. görebildiğimiz evrende bile ancak sonlu miktarda enerji olduğu için, cisme bu enerjiyi verebilmek dolayısıyla ışık hızına erişmek imkansızdır. dolayısıyla bütün cisimler ışıktan yavaş hareket etmeli. cisimlerin ışık hızında veya daha hızlı gitme olasılıkları yok.
(sadi turgut – odtü fizik bölümü)
[2005- şubat - özel görelilik]

apt3

evrenin yapısı ve geleceği kadar, onu oluşturan madde de fizikçilerin gündeminden çıkmıyor. kamplardan biri, standart model’in boşluklarını doldurmak için umutlarını, maddeye kütle kazandıran higgs parçacığına bağlamış. gene bu parçacık aracılığıyla doğadaki temel kuvvetlerin özdeşleştirilebileceğinden umutlu. kimiyse, bu parçacıkların, çok daha küçük, uzay zamanı dolduran sicimlerin titreşimlerinin bir biçimi olduğunu savunuyor. evrenle ilgili daha radikal bir önermeyse, evrenin, bizim algıladığımız üç uzay boyutu ve bir zaman boyutuyla varolamayacağı. çok boyutlu bir evren, fizik dünyasının kapalı son kapılarını da açacak bir anahtar olarak benimsenmiş görünüyor. aslında son yıllar, evrenbilimcilerin ve parçacık fizikçilerinin, kütleçekimi araştırmalarında en cüretli önermelerine ve bunlar üzerinde yoğun çalışmalara tanık oldu. özetle, düşünce, tanıdığımız 3 boyutlu genişleyen evrenimizi, çok daha büyük ölçülerde olabilecek daha fazla boyuttan oluşan bir uzay-zaman içinde gezinen üç boyutlu bir zar olarak tanımlamak. bu zarlar, beş farklı sicim kuramını birleştiren ve 10 yerine 11 boyutlu bir evren resmi ortaya koyan "m kuramı"nın öngördüğü, üç boyutlu topakçıklar. düşüncenin tutarlı olup olmadığı konusu henüz havada. ancak sicim kuramındaki göz alıcı ilerlemeler, bir zamanlar deli saçması sayılabilecek düşünceleri son derece doğallaştırıyor.
(...)
süpersicim kuramına göreyse, evrenimiz uzay-zamanda sürekli titreşen çok küçük uzamış cisimlerden oluşuyor. bu titreşimler, tıpkı bir gitar telinin belirli bir düzende (doğal frekanslarında) titreşmesinin değişik notalar üretmesi gibi, değişik "parçacıklara", bunların kütlelerine, elektrik yükleri vb. gibi özelliklerine karşılık geliyor. ancak, sicimin üzerindeki gerilim, bir gitar telinin üzerindeki gerilimle karşılaştırılamayacak kadar büyük. peki ne kadar büyük? bir sicimin enerjisi, bir gitar ya da piyano telinde olduğu gibi titreşiminin şiddetine bağlı. sicim kuramcıları joel scherk ve john schwarz, bunu ilginç bir yolla hesaplamışlar. bir sicimin, “sıfır kütleli" olarak tanımlanan ve kütleçekim kuvvetini ilettiği varsayılan graviton modu için titreşimiyle taşıdığı kuvvetin, sicimin gerilimiyle ters orantılı olduğunu buldular. graviton’un taşıdığı kütleçekimi, uzak erimli olmasına karşın son derece zayıf bir kuvvet. bu durumda, gerilim çok büyük olmalı. gerçekten de yapılan hesaplara göre bir sicimin graviton modunda titreşmesi için gereken gerginlik, 10 üzeri 39 ton. kuramcılar bunu "planck gerilimi" olarak adlandırıyorlar.
bu muazzam gerilimin de önemli üç sonucu oluyor: birincisi, sicimlerin biçimiyle ilgili. sicimler, gitar teli gibi iki ucundan sabit bir yere bağlanarak gerilmiş değiller. uzay-zamanda serbest biçimde bulunduklarından bu muazzam gerilim, onların kendi üstlerine doğru bükülerek son derece küçük halkalar haline gelmelerine yol açıyor.
ikinci sonuç, sicimlerin enerjisiyle ilgili. olağanüstü gerilim nedeniyle bir sicimin enerjisi de olağanüstü büyük. einstein’ın ünlü denklemine göre aslında enerjiyle kütle özdeş olduğundan, bu durumda farklı frekanslara karşılık gelen "parçacık kütleleri" de çok büyük olmalı. bu durumda, minimum sicim enerjisi olan planck enerjisini, minimum kütleye çevirdiğinizde, protonun 10 üzeri 19 katı bir kütle elde ediyorsunuz ki, bu, havada uçuşan bir toz zerreciği, ya da bir araya gelmiş bir milyon bakteri kadar bir şey. üstelik evrendeki tüm parçacıklar, bu “minimum kütle"nin tam sayı katlarından oluşuyor. peki bu durumda sicim kuramı, standart model’de bulunan ve kütleleri deneylerle doğrulanmış olan temel parçacık kütleleriyle nasıl bağdaşıyor? şöyle: kuantum mekaniğinin ünlü belirsizlik ilkesi uyarınca, uzay-zamanda hiçbir cisim tam olarak hareketsiz bulunamaz. bu "kuantum titreşimler", sicimler için de geçerli. işte bu titreşimlerdeki farklı büyüklükler, birbirlerini yok edebiliyor. üstelik kuantum mekaniği, sicimlerin kuantum titreşimlerinin enerjisinin negatif olmasını gerekli kılıyor. bu negatif enerji de, sicimlerin toplam enerjisinin, aşağı yukarı planck enerjisi kadar bir bölümünü yok ediyor ve artakalan enerji de standart model’deki parçacıkların özelliklerini oluşturuyor.
sicimlerin geriliminin yarattığı üçüncü sonuç, sonsuz çeşitlilikte titreşim biçimi olabileceği. bunun da ussal sonucu, sonsuz çeşitlilikte "parçacık" olması gerektiği. oysa standart model’deki parçacık envanteri oldukça sınırlı. sicim kuramı bu durumu şöyle açıklıyor: sicimin olağanüstü gerilimi, yalnızca birkaçı dışında, titreşimlere karşılık gelen parçacıkların son derece ağır olmasını gerektiriyor. geriye kalan birkaç hafif parçaysa en zayıf titreşimlere karşılık gelen ve enerjilerinin çoğu az önce gördüğümüz nedenle yok olmuş parçalar. çoğunluğu oluşturan ağır parçacıklardan söz ederkense, planck kütlesinden daha ağır parçacıklar kastediliyor. ancak bunların saptanabilmesi için günümüzdeki parçacık hızlandırıcılarının erişebildiğinden 1 katrilyon kat daha yüksek enerji düzeyleri gerekli. kuramcılar, bu düzeylerin evreni oluşturan büyük patlama’dan hemen sonra, saniyenin çok küçük kesirlerinde varolmuş muazzam sıcaklıklarda oluştuğuna ve bu parçacıklardan çok sayıda ortaya çıktığına inanıyorlar. ancak evren hızla genişleyip soğudukça, bu ağır ve kararsız parçacıkların gittikçe bozunarak en sonunda bizim tanıdığımız, görece hafif parçacıkları oluşturduğu düşünülüyor.
(...) [2000- şubat - sicimlerle yeni evrenler]

elegant universe bölüm 1:


elegant universe bölüm 2:


elegant universe bölüm 3:


bbc horizon - paralel evrenler:

BBC | Horizon - Paralel Evrenler paylaşan: BelgeselGunlugu


ayrıca:
kesinlikle görülmeli ("manual" şekilde takip etmeni tavsiye ederim): secret worlds: the universe within
m teorisi - wikipedia

görseller:
mrbergstrom -parallel universe
jcgepte - parallel universe
beksinski
andrew ek
jeremy geddes
nasa - space colony art

1 yorum:

  1. ingiliz torrent sitesi thebox.bz, horizon project adında bir işe girişti. 1964 yılından beri yayınlanmış tüm horizon belgesellerini bulup yayınlamaya çalışıyorlar. üye olanlar http://thebox.bz/forums.php?action=viewtopic&topicid=31962 adresinden şimdiye kadar bulunabilmiş olan belgesellere erişebilir.

    YanıtlaSil