Oraya bir kez girdin mi de, giriş o giriş. Önce bizi ata bindirdiler, derken, iki aydır at üstündeyken de bu sefer tekrar yere indirdiler. Çok mu pahalıya mal oluyordu ne? Neyse, bir sabah albay atını arıyordu, emir eri alıp gitmiş, kim bilir nereye, herhalde yolun ortasına kıyasla kurşunların o kadar kolay geçemediği kuytu bir yere olsa gerek. Çünkü biz, yani albayla ben, dikilmek için tam da orayı bulmuştuk, tam yolun ortasını, o emirlerini kaydediyor ben de onun defterini tutuyordum.
Yolun ta öbür ucunda, gözle görülebilecek en uzak köşesinde, iki kara nokta vardı, onlar da tam ortada, bizim gibi, ama o ikisi Alman'dı ve yaklaşık bir on beş dakikadır işi gücü bırakmış ateş etmekle meşguldüler.
O, yani albayımız, o ikisinin neden ateş ettiklerini belki de biliyordu, Almanlar da belki biliyorlardı, ama ben, gerçekten, bilmiyordum. Belleğimi ne kadar sorgularsam sorgulayayım, bildiğim kadarıyla ben Almanlara hiçbir kötülük yapmamıştım. Onlara karşı hep kibar davranmıştım, pek de saygılıydım hep. Almanları biraz da tanırdım, hatta, küçükken, Hannover civarlarında onların okullarına bile gitmiştim. Dillerini konuşmuştum. O zamanlar çığırtkan, salak bir velet sürüsüydüler, kurtlarınki gibi soluk, kaypak gözleri vardı; okul çıkışında çevre ormanlarda kızlara sarkıntılık etmeye giderdik, Tatar oklarıyla tabanca da atardık, hem de bunlar için dört mark sayardık. Tatlı bira içerdik. Ama yani bunları yapmakla, gelip şimdi, üstelik önceden yanaşıp konuşmayı bile denemeden, hem de yolun tam ortasında tepemize kurşun yağdırmaya kalkmak arasında fark var, hatta fark ne kelime, uçurum var. Nereden nereye.
Sonuçta savaş dediğiniz şey, anlamadığınız ne varsa odur. Bu böyle gidemezdi.
Yani şimdi bu adamların kafalarında olağanüstü bir şeyler mi olmuştu? Benim hiç, ama hiç hissetmediğim cinsten bir şeyler. Farkına varmamıştım herhalde...
Oysa benim onlara yönelik duygularım hala değişmemişti. Yine de, içimde sanki bu kabalıklarını anlamaya çalışma isteği vardı, ama her şeyden ötesi çekip gitmek isteği ağır basıyordu, kesinlikle, mutlaka, çünkü bütün bu olup bitenler bana birden korkunç bir hatanın ürünü gibi gelmişti.
"İş bu hale gelince, yapacak bir şey kalmaz, en iyisi siktir olup gitmek", diyordum, ne de olsa, kendi kendime ...
Kafalarımızın üzerinde, şakakların iki, hatta belki de bir milimetre yakınında, yazın bu sıcağında, sizi öldürmek isteyen kurşunların havada arka arkaya çizdikleri o alımlı uzun çelik ipler çınlıyordu.
Şimdiye kadar kendimi hiç, bütün bu kurşunlarla şu güneşin ışığı arasında hissettiğim kadar gereksiz hissetmemiştim. Bu, devasa, evrensel boyutta bir soytarılıktı.
O zamanlar daha yaş olarak yirmisindeydim. Uzaklarda çiftlikler ıssız, kiliseler boş ve kapıları açık, sanki köylüler yörenin öbür ucundaki bir eğlenceye katılmak üzere, hep birlikte, bu mezraları günübirlik terk etmişler ve sahip oldukları ne varsa, kırlarını, yük arabalarını, kolları havaya dikili, tarlalarını, çitlerini, yolu, ağaçları, hatta inekleri, zincirine bağlı bir köpeği, yani her şeyi, güvenip bize emanet etmişler gibi. Hazır onlar yokken canımız ne isterse rahat rahat yapabilelim diye. Bir bakıma bayağı nazik davrandıkları düşünülebilirdi. "Yine de, keşke burda kalsalardı!" diyordum kendi kendime "buralarda hala birileri olsaydı, eminim bu kadar iğrenç davranışlar sergileyemezdik! Bu kadar kötüsü olmazdı! Onların gözünün önünde bunu yapmaya cesaret edemezdik!" Ama başımıza dikilecek kimsecikler yoktu! Bir biz vardık, herkes gittikten sonra baş başa kalınca ayıp şeyler yapan yeni evliler gibi.
(...)
Yolun ortasında çömelmiş olan şu nişan alma meraklısı, inatçı Almanlar iyi nişan alamıyorlardı, ama mağazalar dolusu fazlalık kurşunları vardı sanki. Anlaşılan, savaşın biteceği yok! Albayımız ise, doğruya doğru, şaşırtıcı bir kahramanlık sergiliyordu! Yağan kurşunlara aldırmadan yolun tam ortasında bir sağa bir sola geziniyordu, sanki istasyon peronunda bir arkadaşını beklermişçesine rahat, olsa olsa belki biraz sabırsız bir hali vardı denebilir.
Her şeyden önce şunu hemen belirtmeliyim ki, ben kendimi bildim bileli kırsal bölgelerden hiç hazzetmedim, sonu gelmeyen çamur yığınlarıyla, asla kimseyi bulamayacağınız evleriyle, nereye gittiği belirsiz yollarıyla oraları gözüme hep sevimsiz görünmüştür. Ama bir de bütün bunlara savaşı eklediğinizde, hiç çekilmiyor. Bayırın her tarafından sert bir rüzgar esmeye başlamıştı, kavak ağaçları, oralardan üstümüze yağan o tok seslere kendi yaprak hışırdamalarını da eklemişlerdi. O meçhul askerler bizi hep ıskalıyorlardı, ama aynı anda, sanki bir giysi giydirir gibi, bizi binlerce ölümle sarmalıyorlardı. Kımıldamaya bile cesaret edemiyordum.
Bu albay anlaşılan tam bir canavardı! Artık bundan emindim, bir köpekten bile beterdi, kendi ölümünü imgelemekten acizdi! Aynı zamanda bir başka gerçeğe daha vakıf olmaktaydım, ordumuzda onun gibi nice yiğitler vardı ola ki, tabii karşı ordu da herhalde bizimkinden aşağı kalmıyordu. Kim bilir sayıları ne kadar da çoktu? Toplam bir, iki, belki de birkaç milyon? O andan itibaren korkum paniğe dönüştü. Böyle yaratıklar olduğu sürece, bu korkunç saçmalık sonsuza dek devam edebilirdi... Niye dursunlar ki? İnsanların ve nesnelerin hükmünün bu kadar acımasız olabileceğini ilk defa hissediyordum.
Yeryüzündeki biricik korkak ben miyim yani? diye düşündüm. Hem de nasıl bir dehşete kapılarak!... Saçlarının dibine kadar silahlanmış ve ölçüyü kaçırmış ve de kahraman iki milyon çılgının arasında kaybolmuş muydum yoksa? Miğferli, miğfersiz, atsız, motosikletli, böğüren, arabalı, ıslık çalan, avcı, entrikacı, uçan, diz çökmüş, kazmakta olan, kaçan, patikalarda koşuşturan, çatapat atan, toprağın içine tıkılmış, tımarhanede gibi, her şeyi yok etmek için, soluk alan ne varsa, Almanya'yı, Fransa'yı, tüm kıtaları, kuduz köpekten bile daha çok kudurmuş, kudurmuşluklarına tapan (kaldı ki köpekler bunu yapmaz), bin köpekten yüz binlerce defa daha kudurmuş ve üstelik çok daha sapık! Ne de hoştuk! Gerçekten de, artık anlamıştım ki kıyamete giden bir haçlı seferine katılmıştım.
İnsan şehvet bakiri olduğu gibi, Dehşet bakiri de olabiliyor. Clichy meydanını terk ettiğimde böyle bir dehşetin var olabileceği nereden gelebilirdi ki aklıma? Savaşın gerçekten içine girmeden önce, insanların o kahraman ve tembel pis ruhunun içinde neler olabileceğini kim öngörebilirdi ki? Artık ateşe doğru, toplu cinayete doğru giden bu kitlesel kaçışın içine sıkışıp kalmıştım... Derinlerden geliyordu bu, olan olmuştu.
(...)
Yani ortada bir hata yoktu? Bu yaptıklarımız, birbirimizi dahi görmeden birbirimizin üstüne böyle ateş etmemiz falan yasak değildi yani! Sıkı bir fırça hak etmeden yapılabilecek şeylere dahildi. Hatta ola ki ciddi kişiler tarafından kabul edilen, teşvik edilen şeyler arasındaydı, tıpkı kura çekimi, nişanlanmak, sürek avı gibi!... Ne diyeyim. Birden savaşı tümüyle keşfetmiştim. Bakir değildim artık. O adiyi cepheden ve profilden iyi görebilmek için, onun karşısında neredeyse yapayalnız olmak gerekirdi, benim şu an olduğum kadar. Bizimle karşıdakiler arasında savaş yangını ateşlenmişti ve artık bayağı yanıyordu! Ark lambasındaki iki kömür parçası arasındaki akım gibi. Kömürün söneceği de yok! Hepimiz yanacağız, ne kadar zıpır görünürse görünsün, albay da diğerleri gibi yanacak ve karşıdan gelen akım omuz başları arasından geçtiğinde, onun kayış gibi etinden de benimkinden daha fazla rostoluk malzeme çıkmayacak.
(..)
Bu hezeyanları daha ne kadar sürecek böyle, onların, yani bu canavarların bitkin düşüp, nihayet, durmaları için? Bu tür bir nöbet daha ne kadar zaman sürebilir? Aylarca mı? Yıllarca mı? Ne kadar? Belki de herkes, tüm çılgınlar, ölene dek? En sonuncusuna kadar? Olayların bu denli umutsuz bir seyir izlemeye başladığını görünce, ben de her şeyi göze almaya karar verdim, son bir girişimde bulunup en son kozumu oynayarak, ben, tek başıma, savaşı durdurmayı denemeye kalkışacaktım, en azından kendi bulunduğum şu bölgede.
Albay iki adım ötede salınıyordu. Onunla konuşacaktım. Bunu daha önce hiç yapmamıştım. Buna cesaret etmenin tam zamanıydı. Artık öyle bir noktaya gelmiştik ki, kaybedecek neredeyse hiçbir şey kalmamıştı. "Ne istiyorsunuz?" diye soracaktı, sanırım, tabii bu cüretkar girişimime çok şaşırarak. Ben de ona olup biteni kendi açımdan anlatacaktım. Bakalım o ne diyecekti? Hayatta esas olan hesaplaşabilmektir. Bunu tek başına yapmaktansa, iki kişi yaparsanız daha başarılı olur.
(...)
gecenin sonuna yolculuk
louis-ferdinand céline
s: 27 - 32
çizimler: jacques tardi (2 ve 3)
Yolun ta öbür ucunda, gözle görülebilecek en uzak köşesinde, iki kara nokta vardı, onlar da tam ortada, bizim gibi, ama o ikisi Alman'dı ve yaklaşık bir on beş dakikadır işi gücü bırakmış ateş etmekle meşguldüler.
O, yani albayımız, o ikisinin neden ateş ettiklerini belki de biliyordu, Almanlar da belki biliyorlardı, ama ben, gerçekten, bilmiyordum. Belleğimi ne kadar sorgularsam sorgulayayım, bildiğim kadarıyla ben Almanlara hiçbir kötülük yapmamıştım. Onlara karşı hep kibar davranmıştım, pek de saygılıydım hep. Almanları biraz da tanırdım, hatta, küçükken, Hannover civarlarında onların okullarına bile gitmiştim. Dillerini konuşmuştum. O zamanlar çığırtkan, salak bir velet sürüsüydüler, kurtlarınki gibi soluk, kaypak gözleri vardı; okul çıkışında çevre ormanlarda kızlara sarkıntılık etmeye giderdik, Tatar oklarıyla tabanca da atardık, hem de bunlar için dört mark sayardık. Tatlı bira içerdik. Ama yani bunları yapmakla, gelip şimdi, üstelik önceden yanaşıp konuşmayı bile denemeden, hem de yolun tam ortasında tepemize kurşun yağdırmaya kalkmak arasında fark var, hatta fark ne kelime, uçurum var. Nereden nereye.
Sonuçta savaş dediğiniz şey, anlamadığınız ne varsa odur. Bu böyle gidemezdi.
Yani şimdi bu adamların kafalarında olağanüstü bir şeyler mi olmuştu? Benim hiç, ama hiç hissetmediğim cinsten bir şeyler. Farkına varmamıştım herhalde...
Oysa benim onlara yönelik duygularım hala değişmemişti. Yine de, içimde sanki bu kabalıklarını anlamaya çalışma isteği vardı, ama her şeyden ötesi çekip gitmek isteği ağır basıyordu, kesinlikle, mutlaka, çünkü bütün bu olup bitenler bana birden korkunç bir hatanın ürünü gibi gelmişti.
"İş bu hale gelince, yapacak bir şey kalmaz, en iyisi siktir olup gitmek", diyordum, ne de olsa, kendi kendime ...
Kafalarımızın üzerinde, şakakların iki, hatta belki de bir milimetre yakınında, yazın bu sıcağında, sizi öldürmek isteyen kurşunların havada arka arkaya çizdikleri o alımlı uzun çelik ipler çınlıyordu.
Şimdiye kadar kendimi hiç, bütün bu kurşunlarla şu güneşin ışığı arasında hissettiğim kadar gereksiz hissetmemiştim. Bu, devasa, evrensel boyutta bir soytarılıktı.
O zamanlar daha yaş olarak yirmisindeydim. Uzaklarda çiftlikler ıssız, kiliseler boş ve kapıları açık, sanki köylüler yörenin öbür ucundaki bir eğlenceye katılmak üzere, hep birlikte, bu mezraları günübirlik terk etmişler ve sahip oldukları ne varsa, kırlarını, yük arabalarını, kolları havaya dikili, tarlalarını, çitlerini, yolu, ağaçları, hatta inekleri, zincirine bağlı bir köpeği, yani her şeyi, güvenip bize emanet etmişler gibi. Hazır onlar yokken canımız ne isterse rahat rahat yapabilelim diye. Bir bakıma bayağı nazik davrandıkları düşünülebilirdi. "Yine de, keşke burda kalsalardı!" diyordum kendi kendime "buralarda hala birileri olsaydı, eminim bu kadar iğrenç davranışlar sergileyemezdik! Bu kadar kötüsü olmazdı! Onların gözünün önünde bunu yapmaya cesaret edemezdik!" Ama başımıza dikilecek kimsecikler yoktu! Bir biz vardık, herkes gittikten sonra baş başa kalınca ayıp şeyler yapan yeni evliler gibi.
(...)
Yolun ortasında çömelmiş olan şu nişan alma meraklısı, inatçı Almanlar iyi nişan alamıyorlardı, ama mağazalar dolusu fazlalık kurşunları vardı sanki. Anlaşılan, savaşın biteceği yok! Albayımız ise, doğruya doğru, şaşırtıcı bir kahramanlık sergiliyordu! Yağan kurşunlara aldırmadan yolun tam ortasında bir sağa bir sola geziniyordu, sanki istasyon peronunda bir arkadaşını beklermişçesine rahat, olsa olsa belki biraz sabırsız bir hali vardı denebilir.
Her şeyden önce şunu hemen belirtmeliyim ki, ben kendimi bildim bileli kırsal bölgelerden hiç hazzetmedim, sonu gelmeyen çamur yığınlarıyla, asla kimseyi bulamayacağınız evleriyle, nereye gittiği belirsiz yollarıyla oraları gözüme hep sevimsiz görünmüştür. Ama bir de bütün bunlara savaşı eklediğinizde, hiç çekilmiyor. Bayırın her tarafından sert bir rüzgar esmeye başlamıştı, kavak ağaçları, oralardan üstümüze yağan o tok seslere kendi yaprak hışırdamalarını da eklemişlerdi. O meçhul askerler bizi hep ıskalıyorlardı, ama aynı anda, sanki bir giysi giydirir gibi, bizi binlerce ölümle sarmalıyorlardı. Kımıldamaya bile cesaret edemiyordum.
Bu albay anlaşılan tam bir canavardı! Artık bundan emindim, bir köpekten bile beterdi, kendi ölümünü imgelemekten acizdi! Aynı zamanda bir başka gerçeğe daha vakıf olmaktaydım, ordumuzda onun gibi nice yiğitler vardı ola ki, tabii karşı ordu da herhalde bizimkinden aşağı kalmıyordu. Kim bilir sayıları ne kadar da çoktu? Toplam bir, iki, belki de birkaç milyon? O andan itibaren korkum paniğe dönüştü. Böyle yaratıklar olduğu sürece, bu korkunç saçmalık sonsuza dek devam edebilirdi... Niye dursunlar ki? İnsanların ve nesnelerin hükmünün bu kadar acımasız olabileceğini ilk defa hissediyordum.
Yeryüzündeki biricik korkak ben miyim yani? diye düşündüm. Hem de nasıl bir dehşete kapılarak!... Saçlarının dibine kadar silahlanmış ve ölçüyü kaçırmış ve de kahraman iki milyon çılgının arasında kaybolmuş muydum yoksa? Miğferli, miğfersiz, atsız, motosikletli, böğüren, arabalı, ıslık çalan, avcı, entrikacı, uçan, diz çökmüş, kazmakta olan, kaçan, patikalarda koşuşturan, çatapat atan, toprağın içine tıkılmış, tımarhanede gibi, her şeyi yok etmek için, soluk alan ne varsa, Almanya'yı, Fransa'yı, tüm kıtaları, kuduz köpekten bile daha çok kudurmuş, kudurmuşluklarına tapan (kaldı ki köpekler bunu yapmaz), bin köpekten yüz binlerce defa daha kudurmuş ve üstelik çok daha sapık! Ne de hoştuk! Gerçekten de, artık anlamıştım ki kıyamete giden bir haçlı seferine katılmıştım.
İnsan şehvet bakiri olduğu gibi, Dehşet bakiri de olabiliyor. Clichy meydanını terk ettiğimde böyle bir dehşetin var olabileceği nereden gelebilirdi ki aklıma? Savaşın gerçekten içine girmeden önce, insanların o kahraman ve tembel pis ruhunun içinde neler olabileceğini kim öngörebilirdi ki? Artık ateşe doğru, toplu cinayete doğru giden bu kitlesel kaçışın içine sıkışıp kalmıştım... Derinlerden geliyordu bu, olan olmuştu.
(...)
Yani ortada bir hata yoktu? Bu yaptıklarımız, birbirimizi dahi görmeden birbirimizin üstüne böyle ateş etmemiz falan yasak değildi yani! Sıkı bir fırça hak etmeden yapılabilecek şeylere dahildi. Hatta ola ki ciddi kişiler tarafından kabul edilen, teşvik edilen şeyler arasındaydı, tıpkı kura çekimi, nişanlanmak, sürek avı gibi!... Ne diyeyim. Birden savaşı tümüyle keşfetmiştim. Bakir değildim artık. O adiyi cepheden ve profilden iyi görebilmek için, onun karşısında neredeyse yapayalnız olmak gerekirdi, benim şu an olduğum kadar. Bizimle karşıdakiler arasında savaş yangını ateşlenmişti ve artık bayağı yanıyordu! Ark lambasındaki iki kömür parçası arasındaki akım gibi. Kömürün söneceği de yok! Hepimiz yanacağız, ne kadar zıpır görünürse görünsün, albay da diğerleri gibi yanacak ve karşıdan gelen akım omuz başları arasından geçtiğinde, onun kayış gibi etinden de benimkinden daha fazla rostoluk malzeme çıkmayacak.
(..)
Bu hezeyanları daha ne kadar sürecek böyle, onların, yani bu canavarların bitkin düşüp, nihayet, durmaları için? Bu tür bir nöbet daha ne kadar zaman sürebilir? Aylarca mı? Yıllarca mı? Ne kadar? Belki de herkes, tüm çılgınlar, ölene dek? En sonuncusuna kadar? Olayların bu denli umutsuz bir seyir izlemeye başladığını görünce, ben de her şeyi göze almaya karar verdim, son bir girişimde bulunup en son kozumu oynayarak, ben, tek başıma, savaşı durdurmayı denemeye kalkışacaktım, en azından kendi bulunduğum şu bölgede.
Albay iki adım ötede salınıyordu. Onunla konuşacaktım. Bunu daha önce hiç yapmamıştım. Buna cesaret etmenin tam zamanıydı. Artık öyle bir noktaya gelmiştik ki, kaybedecek neredeyse hiçbir şey kalmamıştı. "Ne istiyorsunuz?" diye soracaktı, sanırım, tabii bu cüretkar girişimime çok şaşırarak. Ben de ona olup biteni kendi açımdan anlatacaktım. Bakalım o ne diyecekti? Hayatta esas olan hesaplaşabilmektir. Bunu tek başına yapmaktansa, iki kişi yaparsanız daha başarılı olur.
(...)
gecenin sonuna yolculuk
louis-ferdinand céline
s: 27 - 32
çizimler: jacques tardi (2 ve 3)
Bukowski'nin biricik tanrısı, alay ve hiciv dehası Celine'i hatırlatman ve tabiki bu kitabı, olağanüstü...
YanıtlaSilTamam, bana olağanüstü geliyor olabilir...
evet yahu, celine olağanüstü yazmış. insanı bir adaya düşürecek üç kitaptan biri. (diğer ikisinin hangileri olduğuna karar vermedim henüz)
YanıtlaSilDiğerlerinden biri Çavdar Tarlasında Çocuklar olabilir belki. Bıkmadan usanmadan sonsuz kere okunabilecek bir kitap.
YanıtlaSil