27 Temmuz 2010

140 yepyeni gezegen...

...bulunmuş, son 6 hafta içinde. gazete haberi şöyle: "astronom dimitar sasselov, oxford’da bir bilimsel konferansta yaptığı açıklamada, geçen yıl ocak ayında yörüngeye yerleştirilen kepler uzay teleskobu ile yapılan gözlemlerde, dünya’nın ölçülerine yakın 140 değişik gezegen keşfedildiğini belirtti."
samanyolu galaksisinde, yaşam koşullarına sahip olabilecek 100 milyon civarında gezegen olduğunu düşünüyormuş uzman abiler. iki yıla kadar dünya gezegeni benzeri yaşam olanaklarına sahip 60 tanesini belirlemeyi umuyorlarmış. yavaş yavaş bavulları hazırlamaya başlamalı, ıvır zıvırı kolilere tıkmalı...
bu haberler heyecan verici. "bir kamyon 'uzaylı' varlık keşfedilebilir, vay be!" gibi heyecanların yanında, "işte yeni yuvalarımız!" gibisinden heyecanlar var. eski dert: ilk biz gördük, o halde bizim!
sanki 140 elma, portakal, dut bahçesi keşfetti adamlar! garip bir kendine güven duygusu. şu gök, deniz, masmavi gökyüzü hepsi bizim için, öten kuşlar, geçen kedi falan, hepsi bizim için, duygusu. ah 140 yeni gezegen, gezegenlerimiz!
geçen gün bir türlü öldürmeyi başaramadığım karasineğe, "ey pislik! karasineklik uygarlığında gelebileceğiniz en üst nokta, seni öldürmeye çalışanın kafasına konmamak olacak; tamam ama kaç bin yıl bekleyeceğiz lan bunun için!" diye haykırdım. o... çocuğu anlamadı bi' bok tabii, derdi neyse, iki gözüm ile burnum arasına çizdiği hayali üçgeni hedefleyen dalışlar yapmaya devam etti.
sadece karasinekler için geçerli değil, tüm canlılar için "gerekli olan" tek uygarlık seviyesi, kendilerini insanlardan korumaya yetecek kadar olmalı; fazlasına gerek yok; gerek olsa kurarlardı zaten!
iki yıl ya da 50 yıl sonra, tüm araştırmalar, testler, gönderilen astronot maymunların raporları sonucunda, 300 adet, dünya gezegeni benzeri şartlara sahip gezegen keşfettiler ve oralara gitmeye karar verdiler diyelim. inandırıcılıktan uzak değil: 100 milyon gezegen içinde 300 tanesinde de yaşam olsun hani; yoksa ne anladım o zaman ben bu evrenden! bunların da 250 tanesi birilerinin dalmasını öylece, sahipsiz bahçe gibi bekliyor olsun; silahlı birileri koruyor olmasın yani, işte günahsız bitkiler, hayvanlar, temiz bir hava falan... insanlığın, galaksinin geleceği ve mutluluğu için yapması gereken bir iki şey var işte tam bu aşamada. öncelikle dünya gezegenini tamamen terk etmek gerekiyor, en azından üç beş bin yıl bir havalansın, kendine gelsin börtü böcek. dünyadan da öyle hurra gemilere, laylaylom diye ayrılmamalı insanlar. 250 gezegenin hepsinin de dünya gezegeninin bir benzeri olması gerçekten galaksi için tehlike oluşturur! o yüzden yola çıkmadan önce sınıflandırmalar yapılmalı. ırklara, dinlere, ülkelere, hayat görüşlerine, ekonomik sistemlere, saç rengine, boya, kiloya, müzik zevkine, internet tarayıcısı tercihine, akla ne geliyorsa artık; işte ona göre gemilere binmeli insanlar* ve bu 250 gezegene öyle dağılmalılar. hem şuyum, hem buyum diyenler olacaktır, eh, bir karar versinler onlar da. baktı olmuyor, öbür gezegene geçer, ya da altı ay orada altı ay diğerinde yaşar, koskoca 250 gezegen, mutlaka birinde rahat edecektir!
hem böylelikle, alman gezegeni, budist gezegeni, metalci gezegeni, sarışınlar gezegeni gibi gezegenlerin renklendirdiği samanyolu galaksisi, çok uzak galaksilerden gelen turist uzaylılar için de unutulmaz bir keyif bölgesi olacaktır.
*olur mu olur!

devamını göster

01 Temmuz 2010

sonisphere festival - istanbul 2010

sonisphere seyirci

hem yolculuğun verdiği yorgunluktan dolayı hem de "daha üç gün ayaktayız, erkenden koşturmayalım" düşüncesinin eş dost arasında yaygın görüş olmasından, ilk gün pentagram sahneye çıkmadan hemen önce girebildik sahaya. yıllar sonra ilk defa izlediğim pentagram'ın solisti murat ilkan, ayakta durmakta güçlük çekmesine rağmen sahneye çıkıp bir dolu parçaya vokal yaptı. daha sonra "alice in chains" çıktı sahneye. çok sağlam grup ancak yıllardır hep aynı şey olur, bir iki parçasını bildiğim bu grupla ilgili olarak; ya bir telefon gelir, ya acil bir işim çıkar, ne bileyim tam o sırada elektrikler kesilir! bir de tim burton'ın "ed wood" filminde var bu kara büyü; yıllardır ne zaman "eh artık izleyim şu filmi" desem, ya dünyaya istilacı uzaylı gemileri yaklaşır, ya zombi saldırısı olur, illa bir şey engeller! benden kaynaklanmıyor yani bu türden şeyler hakkındaki bilgisizliğim, öyle.
öyle, böyle derken, sahneyi kapadılar kocaman siyah bir perdeyle. yaklaşık bir saat bekledik. bir dolu alevli sahne gösterisi bekliyorduk, herkes bekliyordu, bir de sahnenin hemen kenarına botu koydular; "seeman"ı çalacaklarını düşündüm doğal olarak. kısacası, aksiyon dolu sahneler göreceğimizden emindik.
"herkesin telefonunda kamera var, hatta öyle bir çağdayız ki, azıcık 'fokuslansak' beyin gücümüzle bile görüntü kaydedebileceğiz neredeyse; şeyini sallasan kameraya çarpıyor!" diye düşünsem de, ilk gün kamerayı yanıma almaya cesaret edemedim; işte böyle küçük pişmanlıklarla dolu hayat. alice in chains'de bir türlü istediğim kalitede fotoğraflar çekemediğim için ve bununla beraber kardeşimin kısacık bir süre içinde benden kat kat yetenekli olduğu ortaya çıkınca, fotoğraf çekme işini ona devretmek durumunda kaldım ve zaman zaman ağzım açık şekilde ve genel olarak hareketlerini kontrol edemeyen bir beyinsiz gibi izledim konseri.
dediğim gibi, alevleri bekliyordum ama sahnede adam yakacak kadar abarttılar; havai fişekler illa ki olacaktı ama fişekler seyircilerin üzerini yalayarak geçti, neredeyse sahnede patladılar; sahnede bir dolu aksiyon olacaktı, mutlaka, ancak her bir şarkıda sahne neredeyse tamamen değişti, patladı, yükseldi, dibe girdi, titredi... botu da görmüştük, seaman'ı çalacakları kesindi ama hayır, bu sefer başka şarkıda "yüzdü" bot.

DSCN2076

DSCN2091

DSCN2097

DSCN2106

DSCN2142

DSCN2145



ikinci gün özellikle kardeşimin isteğiyle volbeat'i izlemek için erken gitmeye karar verdik. kolay bir karar değil, h.cepkin'den kaçmak olanaksızlaşıyor böylece çünkü. işte öyle de güzel grup volbeat, uğruna fedakarlık yapmaya değer! tabii ki fıstık gibi çaldılar. genellikle anlam veremediğim ve hiç de ilginç, estetik, şu ya da bu bulmadığım çığlık çığlığa geçen bir saat sonrasında, yere oturup enerjimizi ve sinirimizi boşalttık ve manowar'ın sahneye çıkmasını bekledik.
manowar, kurulduğu gün nasıl kafadaysa şimdi de aynı kafada sanırım. elbette çok yaşlı amcalar bu sahnedeki "krallar"; hem de bir çok ülkede "orduları" var! bu oyunun eğlencesi yeter aslında. umarım onlar da bizim kadar eğlenceli buluyorlardır tavırlarını, yani ne bileyim, joey demaio'nun çocuğu, annesine "babam sefere mi gitti anne?" gibi bir şey sormuyordur! çünkü çok ciddi görünüyor amcalar tavırlarında, amerikan güreşçileri kadar en fazla belki, ama ciddi gibi işte.
joey demaio gitarı bir kenara bırakıp, eline mikrofonu alıp, türkçe konuşmaya başladığında sanırım kimse bu konuşmanın neredeyse beş dakika süreceğini tahmin etmiyordu. dio'nun ölümü, türk seyircisi ve istanbul üzerine konuşan amcamız, "big four"a laf etmeden de geri durmadı; boru mu: "kings of metal!"

DSCN2245

DSCN2275

DSCN2266

üçüncü ve son günün uzun ve yoğun geçtiği kesin. çok da yorucuydu benim için; önceki iki gün, gündüz konserler, gece "bi' bira içer kalkarız" diye başlayan ama sabaha kadar süren muhabbetler yüzünden. bu tür nedenlerle anthrax'a ucu ucuna yetiştik. slayer hariç diğerlerini doksanlardan beri pek takip etmediğim için "umarım çalıştığım yerlerden sorarlar" gibi bir ruh hali içindeydim.
anthrax sahneye çıktığında, "şaka gibi" görünen festival programının tamamen sahici ve gerçek olduğu kafalara dank etti sanırım. yıllar önce sadece teyp kasetlerinden bildiğim, parçalarını tekrar tekrar dinlediğim grupları canlı izleyeceğim gerçeğinden bahsediyorum. posterlerini asardık ya duvarlarımıza: paraları birleştirip alabildiğimiz, çok zor bulunan yabancı dergilerden çıkma, arkalı önlü posterleri asarken, arkada kalan fotoğraf da aklımızda kalırdı. [öyle valla, duygu seli!]
her neyse, anthrax tam da beklediğim gibi, eğlenceli, enerjik ve kendine özgü havasındaydı. indians ve antisocial özellikle beklediğim parçalardı ve ikisini de çaldılar; gerisi zaten güzeldi.

DSCN2496

DSCN2504



dave mustaine'in konserlerdeki vokalleri üzerine "bi' arkadaşı" sinir etmeye yönelik bir kamyon geyik çevirdikten ve tüm bunların karşılığı olarak irili ufaklı darp eylemleriyle karşılaştıktan sonra durum ciddiye bindi, adamlar sahneye çıktı. her ne kadar "peace sells..." parçasının, daha önce taklit ettiğim [eskiden gibson gitar sesini de taklit edebiliyordum(!)] mustaine vokali girişinin, evet aynen taklit ettiğim gibi olması biraz gülme etkisi yaratsa da, yıllardır beklediğim, keşke dediğim bir şeyle karşı karşıya olduğumun ciddiyeti, hazzı ve bilinciyle izledim bu efsane grubu.
zamanında bıraktığım megadeth'in iki sevdiğim elemanı (nick menza ve marty friedman) ortalıkta olmasa da, ses sistemi kötü olsa da (ki biz "sosyete" bölümünde olduğumuzdan, ses kalitesi bakımından zaten dezavantajlı durumdaydık; öyledir ya, biraz uzakta olmak gerek daha güzel ses alabilmek için) ve dave musteine her zamanki gibi soğuk nevale olsa da, sadece "hangar 18"i canlı dinlemek bile yetti bana.

DSCN2646

DSCN2581



en az rammstein kadar slayer'ı da bekleyen biri olarak, asıl olaya geldiğimizde gerçekten heyecanlandım, yani onlar sahneye çıktıkları anda. sahne de, belki de tüm festivalin en sade sahnesiydi; sadece slayer!
her biri ayrı ayrı canavar olsalar da, hani metallica'yı belki iki nedenle ayrıca dışarda tutabilirim (çünkü daha önce 1.16 kere izlemiştim ve '91 sonrası yaptıkları müzik hakkında gerçekten pek ilgisizdim) slayer ya da slayeaaaaaaaar, her zaman takip ettiğim, ne bileyim çok daha önem verdiğim bir grup oldu benim için. kısacası, en az rammstein kadar slayer'ı da bekleyen biri olarak, asıl olay budur benim için. gevezeliğe gerek yok aslında: çıktılar, çaldırlar; o kadar!

DSCN2726

DSCN2734





james, lars, kirk ve arkadaşlarına sıra geldiğinde pilim bitmek üzereydi. yere baktığımda ayaklarımdan yayılan kırmızı ışığı oldukça net görebiliyordum. neredeyse "semtin çocuğu" samimiyetine ve sıcaklığına bürünmüş james hetfield her ne kadar enerji verse de konserin son beş altı parçasını uzak, köşe tribünde izledim.
başta basçıya laf soktum sanılmasın, iyi biridir, hiç şüphem yok ama "arkadaşlar" derken, evet, bas gitarist ve seyirciler demek istedim. tüm gün boyunca on numara olan seyirci, metallica'da coştu. tıpkı anthrax'ın yaptığı gibi, metallica da seyirci ile hatıra fotoğrafı çektirdi. cep telefonları ve kamera/fotoğraf makineleri ile galaksi gibi görünen saha içi, james hetfield'ın özel isteğiyle sahanın her tarafı aydınlatıldığında, tribünlerle birleşerek, yüz bin kollu tek bir canlı gibi görünmeye başladı; gerçekten muhteşemdi.





ilk foto: ersin
diğer tüm fotolar ve anthrax, slayer (raining blood) ve megadeth videoları: mr.ming
sonisphere istanbul

devamını göster