17 Şubat 2012

michael huebner vs claudio golinelli - 1990

genel olarak spor ile dolayısıyla bisiklet sporları ile de pek ilgim olmasa da geçenlerde izlediğim bir video çok hoşuma gitti. iki bisikletçinin taktik savaşı mı desem, inatlaşması mı desem, anlamıyorum da, mücadelesi diyeyim, görülmeye değer. videoyu ilk izlediğimde ne kadar gerildiğimi, yarış bittikten sonra fark ettim. çok acayip bir şey; "gerçek hayattan monty python sahnesi" diye yorumlamışlar youtube'da...
sprint denilen bu bisiklet sporuyla ilgili en düzgün açıklamayı ekşi sözlükte buldum: "iki yarışçı arasında 333 metrelik 3 tur ( 1 km ) halinde yapılır. bisikletçilerin sırası kura ile saptanır. yarış özellikle son 200 metrede süratlenir. yarış sırasında, son 200 m' de kulvar değiştiren yarışmacı diskalifiye edilir, dolayısıyla diğer sporcu turu tamamlamasa da birinci olur. normalde ise, varış çizgisine ilk ulaşan yarışı kazanır."
başka yarışları da izledim youtube'da, yok ama bu yarıştaki kadar yoğun bir gerilim hiç görmedim, hatta izlediklerim gram ilgimi çekmedi. demek ki bu yarış özel bir yarış olmuş. hem zaten ben de bunu "bakın ilginç bir şey" diyen bir sitede (hiç hatırlamıyorum hangisinde?) gördüm, bir spor sitesinde değil hani. eh, ben de derim: "bakın ilginç bir şey"


devamını göster

16 Şubat 2012

skyrim: müzik

skyrim için bir puan verecek olsam derhal 10 puan der geçerim. peki müzikleri oyundan çıkartsak? işte o zaman puanım 7 olur. işte o kadar etkili müzikleri var oyunun. jeremy soule oyuna çok önemli bir katkı sağlamış: bazı oyuncular diyor ya, "bazen oyunu bırakıp etrafı seyrediyorum" gibi şeyler, işte o esnada çalan müzik, manzarayı pek bir güzel tamamlıyor. oyunun müziklerinin bomba olacağı, oyun fragmanından belli olmuştu zaten; ben de daha oyunu oynamaya başlamadan müzikleri indirmiştim internetten. film ve oyun müzikleri düşkünü değilim sanırım çünkü çok çeşitli örnek dinlemedim. chris vrenna'nın alice için yaptığı müzikler, grim fandango'nun müziği, jesper kyd delisinin bazı işleri, kenji kawai'nin ghost in the shell besteleri ve işte bu kadar sanırım. bir de borderlands'in müzikleri var, bak onu da çok severim. son aylarda en sık dinlediğim albüm ise, anlaşılacağı gibi, skyrim müzikleri. madem bu kadar çok dinliyorum, seviyorum, üstelik bestecisinin imzası ile satıyorlar, neden orijinal almayım bu albümü dedim ve directsong sitesine yöneldim. benim için ayrıca heyecan verici oldu çünkü bir müzik albümü satın almak çok ama çok nadir yaptığım bir şey. neyse, site üzerinden satın aldım albümü (25 aralık 2011) ve beklemeye başladım. aslında uygun bir zaman değildi sanırım çünkü o dönem batı dünyasında tatile denk geliyor. dolayısıyla albümün elime ulaşması bir aydan fazla zaman aldı. paketten heyecanla çıkardım ve açıkcası ilk anda hayal kırıklığına uğradım. ne bileyim, kılıçtır, ejderhadır, insan şöyle ele ağır gelecek bir şey bekliyor sanırım. en azından daha sert malzemeden yapılmış bir dış yüzey, belki bir kutu? daha sonra abinin imzasını gördüm. artık nasıl bir kalem kullandıysa, altın yaldız mıdır nedir, emin olamadım; "baskı bu be!" dedim ikinci bir hayal kırıklığıyla. tam bu sırada beni izleyen ördek, "aldığın şey müzik sen nelere takılıyorsun!" diye eleştiri getirdi. yahu ben müziği dinliyorum zaten, 320kbps mp3, cd'ye yakın kalite işte! sadece müzik değil derdim yani; ellemeliyim, koklamalıyım! derhal google'a bağlandım ve kısa bir araştırma yaptım. albümü alıp, tıpkı benim yaptığım gibi görgüsüzce sitelerinde, facebook sayfalarında bundan bahseden insanların çektikleri fotoları inceledim ve imzaların farklı farklı olduklarını sevinçle fark ettim. tüm bunlar yaklaşık 15 gün önce falan oldu; on gündür de diğer albümlerin yanında yatıyor cd. işte hayat böyle küçük mutluluklarla hamhomşurulop oluyor, ondan sonra hep aynı. üzgünüm ama müziği mp3 formatında dinlemeye çok alışmışım. her neyse, azıcık da albümden bahsedeyim: albüm tıpkı oyun gibi dolu dolu: tam dört cd! ilk üçü standart yapıda; dördüncüsü, 42 dakikalık tek bir parçadan ibaret. "skyrim atmospheres" isimli bu parça, oyunda genellikle gece havasını destekleyen, adıyla kendini tanımlayan bir eser. uyumadan önce başlatılırsa, insanın enteresan düşler görmesine neden olabilir! albümün geneli senfonik, bazılarında çok etkili vokal kullanımları var. birkaç tane de "skyrim yöresinden" diyebileceğim, akustik ama senfonik olmayan parça var. benzer temalar sıklıkla tekrarlanmıyor, her parçanın üzerine düşülmüş. son yılların en güzel oyununun müzikleri de son yılların en güzellerinden kısacası. ayrıca: -skyrim : modlar, uygulamalar, videolar -skyrim: görüntüler

devamını göster

15 Şubat 2012

dear esther

dear esther, enteresan bir oyun. daha önce (2008 yılında) bir source engine (ya da half life 2) modu olarak, ücretsiz yayınlanmış; bu sene ise tamamen geliştirilerek satışa sunuldu. dear esther'e oyun demek zor çünkü bu yapımda sana düşen tek şey yürümek. eşya toplamak, bir şeylerle mücadele etmek, puan kazanmak gibi şeyler yok. gizemli bir ada, mağara dipleri ve atmosferi besleyen güzel bir müzik. sakinlik diz boyu. ilk etapta bana korku/gerilim öyküsü gibi gelmişti ama hayır, gizemli ve hüzünlü... geçmiş yıllarda buralarda bir yerde üzerine bıtbıtlandığım "the graveyard" ve "the endless forest" "oyunları" gibi; bana onları çağrıştırdı açıkcası. peki neler oluyor bu yapımda? şöyle ki; oyun boyunca bir adada dolaşıyorsun, öyle tamamen serbest bir dolaşma değil; bir koridorda ilerlemek gibi de değil. bazen yollar çatallanıyor ve yapımcıların iddiasına göre oyuncunun gittiği yola göre öykü detaylanıyor ve böylece 2 saat kadar süren bu deneyimi tekrarlamak istediğinde, tamamen aynı şeylerle karşılaşmış olmuyorsun. karşılaşma dediğim de, mektup parçaları sadece: belirli noktalardan geçerken anlatıcının okuduğu, esther'e yazılmış mektupları dinliyorsun ki zaten öykü de, işte bu mektuplarla ortaya çıkıyor. dear esther, (oyun süresi bakımından da) film izlemek gibi, ya da bir filmin içinde dolaşmak gibi. dear-esther.com dear esther soundtrack

devamını göster

14 Şubat 2012

anatidaephobia

anatidaephobia*, bir ördek tarafından izlenme korkusu. öyle gıcık bir ördek ki, bir şekilde yolunu bulup seni izliyor ama bir şey yapmıyor. yani onun saldıracağından, pis bir laf edeceğinden falan korkmuyorsun, sadece onun seni izlediğini hissediyorsun ve onun bir yerden her hareketini dikizlediğini düşündükçe ağzın kuruyor, soluk alıp vermen düzensizleşiyor, elin ayağına dolanıyor. bu fantastik ve kurgusal fobiyi insanlığa gary larson kazandırmış; hemen yandaki karikatür ile. daha sonra kavram yayılmış ve insanlar "gerçek bir fobi mi?" diye sormaya başlamışlar. komik ve saçma gelse de kulağa, komik ve saçma olan ancak insanların hayatını zehir eden bir kamyon gerçek fobi var. bununla beraber, gerçekten de "beni bir ördek izliyor! kurtulamıyorum onun bakışları altında yaşamaktan!" diye terler döken, şimdi ya da gelecekte birileri olabilir koca gezegende; şaka kaka olduktan sonra yapılacak bir şey yok. aslında bir ördeğin kendisini izlediğinden korkmak yerine bir ördeğin kendisini izlediğini düşünüp bundan tarif edilmez derecelerde keyif alan insanlar da olabilir? nasıl ki yükseklik korkusu olanlar varsa, yükseklere çıkma işini büyük bir hazla yapanlar da var. ( bkz: "yüksek be!" gerçi oradakiler işlerini yapıyorlar...) yani, düşünsene, koltuğunda oturan ama zevkten dört köşe olmuş birini: ortada bir neden yok; televizyon bile açık değil! "beni izliyor, biliyorum" diye düşünüyor, "o ördek şimdi, şu an, bir şekilde beni izliyor!" sorsan dünyanın en huzurlu insanı. her iki durumda da, aklıma iki şey geliyor. öncelikle o korkan (ya da haz alan) insana, "ördek falan yok!" demenin saçmalığı. evet, ördek yok, yani izleyen bir ördek yok ama bunu doğrudan söylediğinde, "ben boku bokuna mı bu haldeyim?" diye sinirlenecektir o kişi. ben olsam sinirlenirim sanırım? ördeğin varlığını sorgulamaktansa, diyelim sevdiğin biri bulaşmış bu ördek işine, bir ördeğin kendisini izlediği inancının kaynağını sorgulamak (neden, nasıl, ne zaman, kim görmüş vs) daha mantıklı. illa ki sorman gerekiyorsa tabii çünkü mutlu olana (ya da izlendiğinden haz alana) bulaşmak da saçmaymış gibi geliyor bana; bu gezegende bir şekilde huzurlu olmayı başarmış birine gölge etmemek gerek. yeter ki, huzur bulacağım diye çevresini ve gezegeni huzursuz etmesin. değil mi ama? diğeri ise, bir ördeğin bir kişiyi izlemesinin ne gibi sonuçlar doğurabileceği. e, izlesin, ne olacak ki? ördek sonuçta, seni izleyip özel yaşantına dair bilgiler edinse bile, bir ördeği kim ciddiye alacak ki; "vak!" diye ses çıkaran bir canlının, tüm bir galaksideki ağırlığı ne olabilir? hadi onu geçtim, bir ördekten daha fazlasının (örneğin bir maymunun, karganın ya da baykuşun da) seni izlediğini düşünmeye başlamamışsan, zaten pek de "önemli biri" değilsindir ve dişe dokunur bir halt yediğin yoktur? bırak izlesin, ördek... *google üzerinden anatidaephobia kelimesi arandığında, bir wikipedia sayfası çıkıyor. eğer onunla yetinirse, bilgilenmiş değil, bir karikatürün komikliğine kapılmış gitmiş oluyor insan. "kontrol edilmemiş" diye belirtilmiş olsa da bu sayfa, internette her gördüğüne doğrudan ve tamamen inanmamak gerektiğine dair örneklerden biri sadece...

devamını göster

07 Şubat 2012

ohlife.com

günlük tutmak bir insanın hayatında yapabileceği en önemli ve gerekli şeylerden biri değilse nedir? "ne yazacağım ki?" diye düşünmemek gerekir çünkü en basitinden "ne yazacağım ki?" sorusunu biraz genişleterek dile getirmek ya da o soruya uydurabileceğin (saçma bile olsa) cevaplar bu sorunu kısa sürede çöpe atar ve sonrasında mutlaka görürsün ki yazacağın (daha doğrusu anlatacağın) çok şey vardır.
yazma konusundaki en büyük sıkıntılardan birisi de, "bu yazılanları kim okuyacak?" sorusu. yazarların, sanatçıların günlükleri (genellikle onlar öldükten sonra) yayınlanır ya, işte pek sevmem onları çünkü "kim okuyacak ki bunları?" sorusu, "günlük" kavramıyla çatışmış ama yine de kesin bir sonuca ulaşmıştır ve okudukça hissedersin sen de: "yazar burada bana sesleniyor!"
işte o tür günlükler değil bahsettiklerim. tabii web günlükleri de. onların ismi günlük ama amaçlanan şey bir iletişim kurmak! kast ettiğim anlamda bir günlüğü "günlük" yapan, onu sadece yazanın okuyacak olması (ya da en azından yazan kişinin, sadece kendisinin okuduğunu düşünmesi) zorunluluğudur. insan böylelikle aklına geleni kağıda dökebilir; takdir edilme ya da cezalandırılma korkusu olmadan! artık pek özel olduğuna göre, biraz da dikkatli olmak ve günlüğü başka gözlerden saklamak gerekir elbette. konuyu bulandırmayım ama, ortaya çıkarılan günlüklerin çoğunun, o günlüklerin sahiplerinin içten içe istemesiyle ortaya çıktığını düşünmüşümdür hep; ya söyleyemediklerini bu şekilde söyleme isteğinden ya da karışık bir ego tatmini sevdasından...
ohlife.com, bunca lakırdıdan anlaşıldığı üzere, bir günlük sitesi. karşıma çıktığında, ne kadar uzun zamandır bir şeyler yazmadığımı, günlük tutmaktan ne kadar uzaklaştığımı fark ettim. bir yandan da, takipçiymiş, yorummuş, beğeniymiş dertleri olmadan bir internet sitesini kullanma fikri ilgimi çekti. her ne kadar kendimi o dertler konusunda epeyce bir yontmuş olduğumu düşünsem de, idealize ettiğim "rakam meraklısı olmayan internet kullanıcısı" kıvamına gelmiş değilim. işte bu bakımdan da ohlife.com bana ilaç gibi geldi diyebilirim.
sitenin işleyişi şöyle: kayıt oluyorsun ve sistem sana her akşam e-posta gönderiyor. sen o e-postayı cevapladığında, yazdıkların hesabına geçmiş oluyor. istediğin zaman siteye girip tarihsel sırasıyla ya da rastgele geçmişte yazdıklarını okuyabiliyorsun. sistemin e-posta ile çalışması da bir ittirici kuvvet oluyor sanki, iki satır da olsa bir şeyler yazmak adına. bu noktada, "yazık lan hiç arkadaşı yok, makineyle mektuplaşıyor!" diye düşünmenin gereği yok çünkü bu sistemin özelliği (ve güzelliği) bir iletişim olanağı sunmuyor olması. "insan her an değişir, başka biri olur" gibi bir prensiple hareket edersek, kişinin geçmişte yazdıklarını okuması da bir iletişim sayılabilir ancak nereden baksan tek bir kişi vardır bu iletişimde.
defterlere yazıp çizme konusunda en ufak bir sıkıntım olmadığı halde kullanmaya başladığım bu siteyi bir süre (bir ay?) denemeni öneririm. kimse görmeyecek, kimse beğenmeyecek, kimse yorumlamayacak: şahane mi korkunç mu?

devamını göster

06 Şubat 2012

"heil céline!"

"kışkırtmayı ve çelişkiyi güzel sanatlar seviyesine yükseltmiş olan céline’in romanından aklımda kalan, insan beyninin var olan tek trajik et parçası olduğudur. trajediyi hazmetmenin tek yolu da üstadın dediği gibi ondan sarhoş olmaktan geçer. 'hiçbir şey beni büyük felaketler kadar kendimden geçiremez,' diyen céline, sözlükteki her kavramla alay eder. kutsal ve saygıdeğer hiçbir şey ya da kimse kalmaz. üstadı yahudi düşmanı olmakla suçlayanlar, bana kalırsa bağışlayıcı davranmıştır. çünkü gerçekte céline, insanlık düşmanıdır. karamsar, melankolik ya da romantik değildir. sadece bir ihbarcıdır. kendisi dahil herkesi ihbar eder. kime ihbar ettiğinin de bir önemi yoktur çünkü roman edebiyattır. gerektiğinde yalanlanır. bu yüzden roman 'yolculuğumuz hayalidir,' cümlesiyle başlar.
"céline, amaçsızca yolculuklar yapan roman kahramanı bardamu’yü iki dünya savaşı arasında yaratır. ancak romanın karanlığı ve dumanı, dönemine özgü savaş sonrası kötümserliğinden gelmez. céline, arasında kaldığı gerçek iki savaşın, doğum ve ölüm olduğunu bilir. hayattan midesi bulanacak kadar korkak ama onu yaşayacak kadar da cesur olan bardamu, sayısız üç nokta, üretilmiş kelimeler ve sert cümleler içinde sayfadan sayfaya adım atarken, okur sadece izler.
"kendisini onun yerine koyamaz çünkü kimse bardamu kadar kendinden iğrenmez.
"bardamu bir gösteridir. bittiğinde, ne yuhalanabilen ne de alkışlanabilen bir gösteri. merak eden, céline’in kendine özgü fransızcasına rağmen yiğit bener tarafından olağanüstü bir başarıyla, olabildiğince az kayıpla türkçe’ye tercüme edilmiş halini okur. çok merak eden fransızca öğrenir. daha çok merak eden aynaya bakıp hayatını düşünür. gecenin sonuna aynadan gidilir. dönmemek için de aynayı kırmak gerekir."

* hakan günday'ın, picus, hayvan, karakalem adlı dergilerde, vatan kitap'ın geçmiş iki sayısında ve sabitfikir'de ("heil celine!" ismiyle) yayınlanan yazısından...

devamını göster